by T.J. Cline / Çeviri: Anıl Can Sedef
Bu yazı ilk olarak The Players’ Tribune’da 29 Kasım 2016 tarihinde yayınlanmıştır.
“Tembellik etme! Toparlan!”
Geçtiğimiz yaz Richmond Üniversitesi’ndeki son yılım başlamadan önce hayatımda iki büyük değişiklik yapmak istiyordum. Birincisi daha iyi bir forma girmek ve yeme alışkanlıklarımı düzeltmekti. İkinci ise top kullanma becerilerimi ve şutumu geliştirmekti.
“Devam et! Zorla!”
Ne şanslıyım ki Sacramento Kings‘de yardımcı koçluk yapan birisi beni çalıştırmayı teklif etti. Gerçek bir NBA koçuyla, gerçek bir NBA salonunda teke tek çalışma fırsatı buldum. Virginia’da oynayan bir üniversite oyuncusuydum, bu teklifi reddetme lüksüm yoktu.
“Hadi T.J.! Dikkatini ver!”
Sacramento ve evimin olduğu Dallas’ın yakınlarında yaptığım çalışmalar boyunca sabah 5.30’da uyanıp 6’da kahvaltımı yaptım, 6.15’te salona doğru yola çıktım ve 7’de antrenman için hazırdım.
Şutumun şekline, ne kadar top sürdüğüme, koşu hızıma dikkat etmediğim her anda koç bana deliler gibi bağırıyordu.
“T.J.! Daha fazla ZORLA!”
Koçum bunlardan birini her söylediğinde ellerim dizlerimde, çenemden ter sızarken ona bitik bir ifadeyle baktım ve şöyle dedim:
“Zaten zorluyorum.”
Koçun bana verdiği tepkiyi gördüğümde çenemi açmamam gerektiğini anlamıştım.
“Peki. Çizgiye. Sprint atacaksın.”
Bu sahne pek çok kez yaşandı. Ve her seferinde aynı şeyi söyleyerek karşılık verdi:
“Anne! Of! Neyi yanlış yapıyorum söyle işte!”
Ah, evet bundan bahsetmem gerekirdi: Annem, Nancy Lieberman. Kendisi Hall of Fame bir basketbolcu, koç ve benim için bir antrenör.
Ancak parkede annemin sahip olmadığı tek özellik anaçlık. Ona göre ben NBA’de bir yer bulmak için didinen herhangi bir çocuktan farklı değilim ki ben de böyle görülmek istiyorum.
Daha küçükken annem basketbolda çok, çok iyi olduğu için oyunum üzerinde çalışmam gerekmediğini düşünürdüm. Onun becerilerinin büyülü bir biçimde bana transfer olacağını sanırdım.
Tabii ki işler o şekilde yürümedi.
O günden bugüne çok olgunlaştım. Hedeflerimi biliyorum: Richmond’ı bu yıl NCAA’in final turnuvasına taşımak, sonra da NBA’e gitmek istiyorum. Ve bu hayallere ulaşmak için neler gerektiğini bilen bir kişi varsa, o da annemdir.
Peki, aslında sahada talimatlar verdiği zaman annemi hiç dinlemiyor sayılmam ama çocukluğumda oyunum üzerinde daha çok zaman harcayabilir, daha çok çalışabilirdim.
Basketbolda bir geleceğim olabileceğimi lisedeki üçüncü yılımın sonunda, dördüncü yıla başlarken düşünmeye başladım. Neredeyse her gün salona gidip çalışıyordum, boyum 8 cm daha uzayınca 2.03 olmuştum. Son yılımda okul takımına girip 17 sayı, 8 ribaunt ve 2 asist ortalamaları yaptım, ayrıca Plano West High’ın bulunduğu bölgede yılın en iyi hücum oyuncusu seçildim.
İyi bir sezon geçirmiştim ama yalnızca bir yıl lisede basketbol oynamıştım, dolayısıyla Division I’daki üniversite ekiplerinden pek teklif alamadım. Hava Harp Okulu bana büyük ilgi gösteren tek takım oldu.
Evet, Hava Harp Okulu bir basketbol devi değildi. Basketbolda bir güç olmaya yakın bile değildi. Ama bir seçenekti. Ve ben de sonraki dört yılı okulun bulunduğu Colorado’da geçirmeye hazırdım. Mayıs ayının sonlarında bir gün Facebook’tan bir mesaj alana kadar.
Facebook’ta rastgele birinden mesaj alınca nasıl olur siz de bilirsiniz. Ya virüstür ya biri sizi başka biriyle karıştırıyordur ya da garip bir durum söz konusudur. Sayfama girip Mike Farrelly adında bir adamın bana bir mesaj gönderdiğini gördüğümde verdiğim tek tepki şu oldu: Mike Farrelly kim lan?
Sonra mesajın girişini okudum.
“Merhaba T.J., ben Niagara Üniversitesi’nden Koç Farrelly. Biliyorum…
Tık.
“…beni tanımıyorsun ama ben kendimi sana tanıtmak istiyorum. Niagara’daki teknik ekip olarak senin elden ele dolaşan maç kasetlerini izledik ve seninle görüşmek istiyoruz.”
Bir ya da iki hafta içinde resmi bir ziyaret için Lewiston, New York’a giderken buldum kendimi.
Plano, Texas’tan gelen bir insan olarak Niagara hakkında bildiğim tek şey yakınlarda devasa bir şelale olduğuydu. Ancak oraya gidince anladım ki hakkında kimsenin bir şey bilmediği harika bir basketbol programları da vardı. Haziran ayının sonunda, onlarla anlaşmıştım.
İlk yılımda ilk dokuz maçımın yalnızca üçünü kazanabildik. Ama konferans maçlarıyla beraber 10 maçlık bir galibiyet serisi yakaladık. Sezon bittiğinde MAAC’ın normal sezon şampiyonuyduk. Hem de programın tarihinde yalnızca üçüncü kez. Konferans şampiyonluk maçını Iona’ya kaybetsek de ulusal turnuvaya davetiye almayı başardık ki bizim gibi bir program için çok büyük bir başarıydı bu.
Başarımız kolej basketbolu dünyasında haber oldu. Davetiyeyi almamızdan bir iki hafta sonra takım arkadaşlarım ve ben yurtta NBA 2K oynuyorduk ve bir arkadaş panik halde bağırmaya başladı:
“Oooooof, bu ne be!”
Telefonuna baktığımızda bir tweet gördük. Koçumuz Joe Mihalich, Hofstra’da görev almak üzere Niagara’dan ayrılıyordu.
Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Koç Mihalich hepimiz için bir baba gibiydi. Onun ayrılığını düşünmek, hele de böyle heyecan verici bir sezondan sonra, bizim için dünya üzerinde olabilecek en kötü şeydi.
Birkaç gün sonraki takım toplantımızda Koç haberleri doğruladı.
Bu ayrılık içimizden bazılarının Büyük Göç diye adlandırdığı süreci başlattı: O sezonun ardından Ameen Tanskley, Juan’ya Green ve ben de transfer olduk. Sonraki sezon altı oyuncu daha ayrıldı.
Yeni bir okul ararken bir seçim yapmak zorunda kalacağımı biliyordum. Ama yaptığım birkaç ziyaretten sonra yeni evimin neresi olmasını istediğim konusunda bir fikrim vardı. Bir karara varmam çok sürmedi.
Üniversiteli bir basketbolcu olarak “serbest oyuncu” olmak garip bir tecrübe.
Liseden üniversiteye geçtiğim sırada benle ilgilenen çok takım yoktu. Bir anda daha büyük okullardan telefon alıyordum: Purdue, Boise State, Nevada… Ama bir okul diğerlerine göre bir adım öne çıkıyordu.
Richmond kampüsüne adım attığım ilk andan itibaren her şey bana doğru gözüktü. Akademik boyuttan A-10 Konferansı’nın yarışmacı atmosferine okul tam anlamıyla eksiksizdi. Koçum Chris Mooney ve ekibiyle tanışmamla beraber kararı almak karar kolaylaştı.
Bana Dan Geriot adında bir elemanın bir videosunu gösterdiler. 2011’de okuldan mezun olmuştu. 2.05’lik, 106 kilo bir oyuncuydu. Top her yarı sahayı geçtiğinde bir şekilde hücumun en önemli bir parçası oluyordu.
Bana hücumu onun çevresine kurduklarını çünkü en iyi şut atan oyuncularının o olduğunu söylediler. Önemli olan en güçlü ya da en hızlı olmasıdeğildi. Hücum onun etrafında dönüyordu çünkü rakiplerinden daha zeki olmayı başarıyordu, savunmacıları yanıltıyordu. Koçlar bana sahadaki en zeki oyuncu olmayı öğretmek istiyorlardı, tıpkı Dan gibi.
Dürüst olmak gerekirse duyduklarım inanılmazdı. Ziyaretimden bir gün sonra mektubu imzaladım, Spiders’la anlaştım.
2013’te Richmond kampüsüne geldiğim gün, 111 kilo geliyordum ve felaket bir formum vardı. İşin ilk adımı sırtıma yük olan alışkanlıklarımı sağlıklı olanlarla değiştirmek olacaktı. Yeni okulumdaki ilk yılımı yediklerime dikkat ederek, şut çalışarak ve uzun koşulara çıkarak geçirdim.
Sonraki sezona 4.5 kilo daha hafif başlasam da hala tombuldum. O kadar çabuk yoruluyordum ki Koç Mooney’le aramızdaki gizli bir işaretle oyundan çıkmam gerektiğini gösteriyordum: Formamı şortun aşağı çekiştiyiorsam benim için mola zamanı demekti. Richmond’daki ilk yılımda oynadığım maçları dikkatle izlerseniz formamın neredeyse herrrrrr zaman çekiştirilmekten esnediğini görebilirsiniz.
Formsuzluğum antrenmanlarda alay konusu olmama da sebep oldu. Perde yapıp içeri devrilmem gereken bir çalışma sırasında devrilmek yerine şut yerine dışarı açıldım. Üst üste üç kere yapınca Koç Mooney düdüğünü çaldı, herkesi susturdu ve şöyle dedi: “Hey T.J.! Çöreklere devrilmeyi sevdiğini biliyoruz, neden potaya da öyle devrilmiyorsun?”
Herkes gülmekten yerlere yattı. Ben de dahil.
Komik de olsa bu olay sırasında ortalama 35-40 dakika sahada kalmayı gerçekten istiyorsam ya da Richmond’dan içimde pişmanlıklarla ayrılmak istemiyorsam harika bir forma girmek zorundaydım.
Ki bu da bizi yeniden bu yaza getiriyor.