NBA’in Yürek Burkan Hikayeleri: Skal Labissiere

01/May/18 19:32 Mayıs 31, 2020

Semih Tuna

01/May/18 19:32

Eurohoops.net

NBA’in yıldızlarının çoğu şu anda yaşadıkları etkileyici hayata en diplerden başlayarak geldiler… NBA’in Yürek Burkan Hikayeleri yazı dizimizin bugünkü konuğu Skal Labissiere!

by Yılmazcem Özardıç / info@eurohoops.net

Bu yazıda Sports Illustrated ve The Players’ Tribune‘deki yazılar kaynak alınmıştır.

Çocukken hep istediği şey elektrikti.

Depremden önce bile Haiti’de güç ile ilgili sıkıntıları vardı. Kardeşiyle Nintendo’da NBA Live oynarlarken Kobe veya McGrady ile oynardı. Tabii T-Mac o zaman Houston’da, oyunda da harika.

Maçlar bitince hemen oyunu kaydetmeye çalışırlardı çünkü sürekli elektriğin ne zaman gidip geleceğini bilmiyorlardı. Bazen maçın ortasında gidiyordu.

Elektrik kesintileri Haiti’deki yaşamın bir parçasıydı.

Onlara “karartı” diyorlardı.

Port-au-Prince’te genelde her yerde belirli aralıklarla elektrikler giderdi. Öğlen 2 ila akşam 8 arasında genelde gidiyordu, ancak kimse hiçbir zaman emin olamıyordu. Üç katlı evin en yukarısında yaşıyorlar ve bahçelerinde her gün tüm mahalle toplanıp elektrikler gelene kadar futbol oynuyorlardı. Elektrik bir anda gelirse maç hemen bitiyor, çocuklar sıcak duş alıp televizyon izlemeye veya oyun oynamaya evlerine gidiyorlardı.

Dışarıda çocuk sayısına göre elektriğin olup olmadığını biliyordunuz.

Haiti’de ana spor futboldu ve basketbol pek popüler değildi. Bu yüzden o da küçükken futbol oynuyordu ancak 12 yaşında futbol için çok uzun olduğunu anladı çünkü 1.95 olmuştu. Tanıdığı en uzun futbolcular Ibrahimovic ve Crouch’tı, o zaten 12 yaşında onların boylarına gelmiş ve uzamaya devam ediyordu.

O kadar hızlı uzuyordu ki pantolon diktirmek için annesi sürekli terziye gitmek zorunda kalıyordu. Birkaç beden büyük alıyordu ancak eskitemeden küçük geliyordu pantolonlar. Aynısı ayakkabılar için de geçerliydi. 11 yaşında 40 numara ayakları vardı ve hiç durmadan büyüyorlardı.

Skal Labissiere futbol için çok uzundu ve annesi basketbolu denemesini test etti.

İlk NBA maçını izlediğinde babası bir Lakers maçı açıp, “Görüyor musun? Bu adam Kobe Bryant” demişti.

Bundan sonra basketbola aşık olan Skal, kardeşiyle birlikte evin bahçesine üçlük çizgisi ve basket potası koydu, elektrik olsun olmasın, gece ya da gündüz, yağmurlu ya da açık havada, saatlerce Kobe’nin hareketlerini taklit etmeye başladı. Haiti’de çok fazla basketbol salonu olmadığı için dışarıda oynuyorlardı. Tamamen ilkel olan sahalarda çok fazla çocuk oynamak istiyordu, böyle olunca maçı kaybeden sırasının gelmesi için 5-6 maç beklemek zorunda kalıyordu.

13 yaşında Skal 2 metreyi aşmıştı ve ailesi profesyonel basketbolu düşünmeye başladı.

O zaman Pierry Valmera adında kolejde basketbol oynamış bir Haitili oyuncuyla iletişim kurdu. O da Memphis’te yaşayan ve Amerika dışındaki çocukları Amerika’ya getirip üniversitede basketbol oynamalarının yolunu açan Gerald Hamilton diye bir adamla Baba Labissiere’i tanıştırdı. 13 yaşındayken İngilizce konuşamayan, sadece 13 yaşında olan Skal’ı Amerika’ya gönderme konusunda aile, Hamilton’dan biraz düşünmek için zaman istemişti.

Depremden sadece beş gün önce.

Sonrasını Skal’ın kaleminden hep beraber okuyalım.

“12 Ocak 2010 günü. Babam beni okuldan almıştı ve eve geldiğimizde bahçedeki basketbol potasının yamulduğunu fark ettik. Sürekli smaç bastığımız için böyle olmuştu.

Normalde babam bakar ve geçerdi. Ancak nedense o gün ben içeri girerken dışarıda kalıp potayı tamir etmeye karar verdi.

İçeri girdim, kardeşim balkondaydı ve annem bilgisayar masasının yanında oturuyordu. Masada yiyecek bir şeyler vardı. Antrenmanda çok iyi oynadığımı ve akşam yemeğinde aileme bunu anlatmak için sabırsızlandığımı hatırlıyorum. Ben direkt elimi yıkayıp yemek için hazırlanmak amacıyla lavaboya gittim.

O anda ev sallanmaya başladı.

Anında anladım. 2004’te de deprem olmuştu. Pek büyük değildi ancak sallanma hissini hemen anımsadım. Hemen lavabodan anneme doğru koştum. Kardeşim de balkondan geliyordu. Ben ilk oraya geldim, tam kardeşim de gelirken ev yıkıldı. Üçüncü kattaki dairemiz üstümüze yıkılıyordu. Duvarlar ve çatı yıkılırken gördüğüm ışığı hatırlıyorum. Sanki kasırgaya yakalanmış gibiydik. Sonra her yer karardı ve sessizleşti.

Her şey durunca ilk olarak kardeşimin sesini duydum.

“Bacağım! Bacağım!”

Benden birkaç metre uzaktı. Bacağı, annemin oturduğu bilgisayar masası ve duvar arasında sıkışıp kalmıştı.

Ben sanki otururmuş gibi bir pozisyonda kalmıştım, ayaklarım altımda, dizlerim göğsümde gibiydi. Kardeşimin bacağının sıkışıp kaldığı duvar benim arkamdaydı. Hareket edemiyordum.

Döndüm ve annemi gördüm. Bir betonarme demir annemin yüzünde kesik oluşturmuştu ve her tarafı kan içindeydi.

Çıldırdım. Bağırmaya başladım. Diğer insanların yıkık evlerinden bağırmalarını duyabiliyordum.

“Yardım edin, yardım edin!”

Duymadığım bir ses varsa o da babamınki idi. Ev yıkıldığında dışarıda olan tek aile üyesi oydu, nerede, ne durumda olduğunu bilemiyordum. Orada enkazın altında yatıyor, ortaya çıkmasını bekliyorduk.

Yaklaşık 3-4 saat orada sıkışık şekilde kaldık ama bana sanki sonsuz bir zaman geçmiş gibi gelmişti. Bacaklarım vücudumun altındaydı, bir süre sonra onları hissetmemeye başladım. Hissizleşiyorlardı. Ölüyorlardı. Saatler geçtikçe bağırmayı kestim, dua etmeye başladım, en sonunda da sessizce bir düşünce aklıma girdi: Ölecektim.

“13 yaşındayım Tanrım, ölmek için yeterince yaşlı değilim.”

“Herhangi bir yaşta ölürüz. Hayat bu” diyordu annem.

Aynı sırada sürekli olarak kardeşimin durumunu kontrol ediyordu, elini sıkıyor, hala uyanık, hala hayatta olduğundan emin oluyordu.

Sonra bir çığlık duydum.

“Ema!”

Annemin ismiydi.

Babam bağırıyordu.

Bizi bulduğunda üstümüzdeki duvarı kaldırabilmek için bir şeylerle vurmaya başladı. Sonunda birkaç kişi enkazı aştı ve kazmaya başladılar. Bizi çıkarırlarken babama söylediğim ilk şeyi hatırlıyorum:

“NBA’e ulaşacağıma söz vermiştin.”

Üç saat boyunca aklımdan geçen şeylerden biri de buydu.

İlk çıkardıkları kişi bendim ancak zorla hareket ediyor ve yürüyemiyordum. Babama yardım eden kişiler beni daha az enkazın olduğu bir caddeye götürmek istediler. Elimin ucundan tuttular ve bacaklarım arkamda sürükleniyotdu. Sonra kardeşimle annemi çıkarttılar, kardeşimin bacağını bandajladılar, annemin yüzünü temizlediler ve caddeye getirdiler. Yaşayan herkes buraya geliyordu. Tüm mahalle yok olmuştu. Hiçbir ev kalmamıştı.”

Artçılarla geçen birkaç günden sonra annesi Skal’ın bacaklarına masaj yapıyordu ve birkaç hafta içinde yavaş yavaş yürümeye başlamıştı. Depremin ardından babası, Skal’ı facia durumdaki Haiti’den göndermeye karar verdi ancak birkaç gün telefon ağlarından birinin bağlanmasını ve bu şekilde Hamilton’a ulaşabilmeyi denedi. Sonunda başardı ve öğrenci vizesi için gerekli belgeleri Hamilton’a yolladı. Memphis’te ona bir okul bile bulunmuştu. Sonrasını Skal anlatıyor.

“Başvurumuzu yaptık ancak Haiti konsolosluğuna okulun gönderdiği belgelerde okula kayıt olmak için İngilizce bilmem gerektiği yazıyormuş. Ben konsolosluğa gittiğimde İngilizce sorular sordular. Cevap veremedim. İngilizce bilmiyordum.

Konsolosluk başvurumu reddetti.

Sonra Bay Hamilton okula gidip belgelerin dilini değiştirtti. Bu şekilde ingilizceyi orada öğrenebilecektim. Kabul ettiler. Bu işlem de hallolunca her şeyin tamam olduğunu düşünüyorduk ve bir daha başvurduk.

Bu kez başka bir şeyin yanlış olduğunu söylediler ve başvurumu ikinci kez reddettiler.

Bu sefer Bay Hamilton Haiti’ye kadar gelip gerekli kişilerle gerekli görüşmeleri yaptı. Üçüncü kez başvuracaktık ve sorun yaşamak istemiyordu.

Sonunda kabul ettiler.

Hala daha eğer Bay Hamilton kendisi gelmese sıkıntı çözülür müydü bilmiyorum.

Bu işlemler yaklaşık 7 ay sürdü. Ağustos’ta Port-au-Prince’ten ayrılıp Birleşik Devletler’e gittim. Ailem hala daha annemin öğretmeni olduğu ana okulunun sınıflarından birinde yaşıyordu, ben ise lisede basketbol oynamak için Memphis’e gidiyordum.

Haiti’den Amerika’ya gelip alışmak çok zordu. İngilizce bilmiyordum, bir Fransız öğretmenim veya tercüman da yoktu, ben de İngilizce’yi kendi başıma öğrenmek zorunda kaldım. Haiti’yi, ailemi bırakıp yeni bir şehirde, yeni bir ülkede, daha önce hiç bulunmadığım bir yerde tanımadığım insanlarla yaşamamdan bahsetmiyorum bile.”