by Eurohoops Team / info@eurohoops.net
Galatasaray Doğa Sigorta koçu Ertuğrul Erdoğan, Socrates’in Nisan sayısı için Uğur Ozan Sulak’ın konuğu oldu.
Antrenörlüğünün ilk dönemlerini, Amerika yıllarını, Fenerbahçe’de geçirdiği zamanları ve Galatasaray’da yapmaya çalıştıklarını içeren röportajın öne çıkan başlıkları şu şekilde:
Örs ve Tanjevic’yle çalışmak size neler kattı? 2010’da Tanjevic’e konulan kolon kanseri teşhisi ve akabinde takımı devralıp şampiyonluğa taşıdığınız dönemi biraz anlatır mısınız?
Aydın Örs bana göre Türk basketbolunun gelmiş geçmiş en büyük antrenörüdür. Teşbihte hata olmaz; nasıl Zeljko Obradovic’le alakalı konuşurken Aleksandar Nikolic’ten bahsediyoruz, Aydın Abi de bu ülkenin Nikolic’idir. O dönem Avrupa’ya karşı sahip olduğumuz kompleksi şu anki jenerasyonun anlaması mümkün değil; Aydın Abi bu ortamda altyapısından yedi oyuncu çıkarttı, Murat Evliyaoğlu ve Tamer Oyguç’u da ekleyerek dokuz yerli oyuncuyla iki final yaptı, bir şampiyonluk aldı Edirne’nin ötesinde. Ben ondan iş disiplinini, profesyonelliği öğrendim. Birçok insanın yaptığı “Hiç değişmiyor, hep kontrol basketbolu oynatıyor” eleştirisine de katılmadığımı, yüzüncü yılda Willie Solomon’u kullanışını örnek vererek söyleyebilirim. Açık sahada dripling üstü lak diye yapıştırdığı üçlükler vardı. Hiçbir şey demezdi.
Boşa Tanjevic ise farklı bir hikâye tabii. Yine ‘oldskool’ ama Semih Erden’i üç numara oynatıp sahada uzun kalmaya çalışan, 1.65’lik Marques Green’e iki yıllık kontrat veren bir çılgınlıktan bahsediyoruz. Çok sevdiğim, müthiş entelektüel bir insandır. İşte kanser olayı çok talihsiz; orada takımı alıyorum ama hastanede yaşadıklarımız da var. Her ziyarete gittiğimde “Ayrılırken gel beni öp Ertuğrul” taktiğiyle ikinci çekmecedeki Toscanello sigarasını isterdi. Karaciğeri yeni metastaz yapmış, eller titriyor ama içmese ölecek o sigarayı. Doktor bile dayanamayıp “Hadi günde bir tane iç bari” diye izin vermişti. Hastanede refakatçisi milli takımdan yakın olduğu Ömer Uğurata’ydı mesela, ben maçı yönetiyorum, devrede Ömer beni arıyor “Şunu oynatma, bunu daha çok oynat” diyordu da ben pek dinlemiyordum tabi… Tuhaf bir süreçtir; maalesef annem de kansere yakalanmıştı. Tanjevic’e altı ay ömür biçti doktorlar, bugün hâlâ yaşıyor. On yıl ömür biçilen annem ise aynı sene içinde hayatını kaybetti.
2010’daki lig şampiyonluğundan sonra Fenerbahçe’den başantrenörlük teklifi beklemiş miydiniz?
Sadece beklemek değil… Söz de verilmişti. “Şampiyon yap, seneye takım senin” dediler ama yarı final serisinde Neven Spahija’yla görüşüldüğü haberini aldım. Aydın Abi’nin yüzüncü yıl şampiyonluğundan sonra yerine Tanjevic’in getirilmesine benzer bir durum. “Peki” dedim, Spahija’nın birinci asistanı olarak kulüpte kaldım. Neven gitti, Simone Pianigiani geldi. Luca Dalmonte’nin ardından ikinci asistanlığa geçtim Pianigiani’yle. Baştan sona yanlış kurulan bir kadroydu…
Bo McCalebb gibi bir oyuncunun yanına dört numaraya Kaya Peker’i koyduk, Mike Batiste yine hayatında hiç dört numara oynamamış adam, orada denendi. David Andersen alındı. Benjamin Eze’nin 18 dakikası hariç, 4’lerin 5 oynadığı Montepaschi Siena takımına antitez yaratıldı neredeyse. O panik havasından sonra Emir Preldzic dört numaraya geçti, 4-5 pick-n-roll’üne ağırlık vermeye çalıştık falan…
Olmadı nitekim. Ben yönetime yalvardım, birinci asistan başkasıyken eğer ikinci asistanı, yani beni başantrenör yaparsanız organizasyon kötü gözükür, ben de çok kötü gözükürüm. Ama dinlemediler, Tanjevic döneminde takımı sezon ortasında alıp şampiyon yapmama güvendiler. Karşıyaka’ya elendik ilk turda ve benim için Fenerbahçe macerası bitti.
Aslında bir de Obradovic’in Fenerbahçe’ye attığı imzayla tekrar kulübe dönme durumunuz var…
Takımı lig şampiyonu yaptıktan sonra iş bulamayan ben, haliyle play-off ilk turunda elendikten sonra da kulüpsüz kaldım. Basketbolda idari kadroda görev almaya başlayan Mirsad Türkcan aradı, “Abi, Obradovic’in asistanı olmak ister misin?” dedi. Meğer o dönemde Tanjevic gitmiş, Mirsad’ı ve Zeljko’yu aramış, Spahija yine Obradovic’e telefon etmiş benimle alakalı… “Tamam” dedim Mirsad’a, Obradovic’le telefonlaştık, “Ertuğrul seninle çalışmak istiyorum, buluşalım” dedi.
A Milli Takım’da asistanlık yapıyorum, 2013 EuroBasket dönemi. Ülker Arena’da dörtlü bir turnuva oynuyoruz. O bir haftayı Zeljko’yla birlikte geçirdik. Hatta Boşa yanıma gelip “Obradovic’le konuş, sana ihtiyacı varsa milli takımdan affını isteyebileceğini, Fenerbahçe’de kalabileceğini söyle” dedi. Bunu Zeljko’ya ilettim. “Olur mu, milli takımda olman bizim için gurur kaynağıdır. Git gel, sonra zaten birlikteyiz” dedi. El sıkıştık. Benim için de çok önemli bir adamdır Obradovic. Yıllardır her kliniğine ya gitmişimdir ya izlemişimdir bir şekilde, zaten Avrupa’da onun yaptığı şeylere öykünmüyorum diyen varsa yalan söylüyordur.
Kimyamız tutmuştu. Oyuncularla alakalı fikrimi soruyor, nasıl yapacağını anlatıyor… Ben Slovenya’dayım, çok kötü oynadık turnuvada. 10 Eylül sabahı İstanbul’a indim. Ofise gidiyorum, telefonum çaldı. “Görevine son verdik ekonomik sebeplerden ötürü” dediler. Obradovic’e ulaşmaya çalışıyorum, ulaşamıyorum. Yurt dışında seminerdeymiş. En sonunda konuştuğumuzda, “Basına hiçbir şey söyleme. Haftaya dönüyorum” dedi. Döndü, salonun önündeki Cafe Crown’da buluştuk. Evrakları, demirbaşları teslim ettim. “Sorry” dedi. Böyle son buldu hikâyem. Sezon başlamasına çok yakın işsiz kaldım, ardından Aralık’ta Telekom geldi, sonra İBB ve en sonunda Galatasaray…
David Blatt’le konuşurken bir keresinde “Hayatta en keyif aldığım şey Obradovic’i yenmek” demişti. Galatasaray’a geçişinizden sonra Fenerbahçe’yle oynadığınız dört maçın üçünü kazandığınızı hesaba katarsak; birebir eşleşmenizde bu yaşadığınız olayın etkisi var mı?
Yani, tabii ki, yok diyemem. Ama odak noktam değil. Çünkü bu duyguyu yaşayarak maça çıkarsam kararlarım etkilenir ve baştan kaybederim maçı. Obradovic’i yenmek tabii ki çok keyifli. Bu işin zirvesindeki adamdan bahsediyoruz. Sahi şöyle bir şey de var, hiçbir zaman biz kazanmış olmuyoruz bu maçları… Hep karşı taraf kaybetmiş oluyor. Geçen yıl mesela, bana bir tebrik telefonu geldi… “Koç tebrikler. Ama Zeljko bu maça çok asılmadı zaten, Real Madrid maçı var önünde, ona dikkat çekmek için” dedi. Sonra bu, ikinci galibiyetimizde şöyle devam etti, “Milano’dan çok kötü döndü Fenerbahçe. İyi yakaladınız valla…” Üçüncüde ise “Ertuğrul, biliyorsun durumlar çok kötü. Zaten para ödenmiyor Fenerbahçe’de. Çok iyi döneme denk getirdin…”
Yahu kendimi, oyuncuları sorguluyorum artık. Aaron Harrison’a mesela ben ne anlatayım? “Baba ya sen 28 attın ama Fenerbahçe bırakmış zaten maçı” mı diyeceğim? Bana kulüpten gelen insan oldu, “Fenerbahçe maçı bırakmış” diyerek… Yahu Zeljko bir derbi maçını bırakacak, siz delirdiniz mi? Bu galibiyetler zaten olağan karşılanmalı. Galatasaray’ın büyüklüğünü tek maça indirip Fenerbahçe galibiyeti üzerinden tanımlarsan olmaz. Fenerbahçe’yi yenmek, ne kadar bütçe farkı olursa olsun, eğer olağandışı ise sen büyük değilsin. Fenerbahçe’yi yendiğin gün çok daha mütevazı, sakin, normal mesajlar vereceksin.
Bu galibiyetler bize Fenerbahçe’yle aynı seviyede olduğumuzu göstermiyor ama doğru işleri yapmaya devam edersek, EuroLeague’in kalıcı bir parçası olabileceğimizin mesajını veriyor.
Galatasaray’da oyuncu seçiminde dikkat edilen faktörleri, bütçe detaylarını, ödenen borçları ve iki yıllık süreçte yaşadıklarınızı biraz anlatır mısınız?
Türkiye’de en büyük problemlerden biri oyuncuların, piyasanın çok üstünde fiyatlara oynamaları. Özellikle yabancı oyuncularda, marketi iyi bilmeyen organizasyonları menajerler yakalayınca bir liralık oyuncuyu üç liraya satıyorlar. Bir kere biz, marketi iyi takip edeceğiz. Geçen yıl 2,2 milyon dolar, bu yıl da 2,7 milyon dolarla başlayan oyuncu bütçesi sezon içi sakatlıklarıyla birlikte 3 milyon doları buldu. Galatasaray tarihinin en düşük bütçeleri bunlar. Ben kulübe geldiğimde 5,5 milyon dolardan fazla borcu vardı kulübün. FIBA’da bekleyen altı dava görüldü. Bunlardan şikâyet etmiyorum, zaten durum böyle olmasa Galatasaray bana teklif yapmaz.
Ama insanların anlaması lazım; geçen sene eleştirildim “Bir tane transfer yapamıyor” diye… Yahu transfer yasağı var, nasıl yapayım? Ağustos başında göreve geldim, alelacele geçmişte takip ettiğim oyuncuların olduğu listeyi taradık ve transferleri yaptık. Bir haftadan daha az süre vardı transfer yasağının olmadığı, o aralıkta tüm transferler bitti ve sene sonunda o takımla yarı final oynadık. Okuyorum işte, “Hoca bir tane Carlos Arroyo bulamadın” yazıyorlar.
Evet, bulamıyorum ben. 1,8 milyon euro’luk oyuncular bulamıyorum çünkü bütçemiz 2,2 milyon dolar. O zaman işte hayatında oyun kurucu oynamamış, buna rağmen “Oynaman lazım” denildiğinde görevden kaçmamış Tai Webster çok iyi oyuncu. Aaron Harrison ya da Nigel Hayes keza öyle. Yani gerçekten anlayamıyorum; biz ABD’den ciddi bir scouting ekibiyle çalışıyoruz, benim menajerim yok, menajer listelerinden bağımsız transfer yapmayı başarabiliyoruz ama ben Ay’dan geldim ve bu takımın oyun kurucuya ihtiyacı olduğunu görmüyorum, öyle mi? Mümkün mü böyle bir şey?
NBA ile EuroLeague arasında sıkışmış ABD’li oyunculara oynuyoruz. Ben de isterim Türk oyuncu portföyümüzü genişletmek, temel oyun bilgisi yüksek Avrupalı oyuncuları kadroya almak ama maddi imkânlarımız yeterli değil. En azından 2020’ye kadar değildi. Taksitlere bölünmüş halde, iki yılda 5,5 milyon dolarlık bir borç ödeme yapıldı ki bu bizim bütçemizden daha fazla.
Galatasaray Basketbol Takımı’nın 10 Ekim 2019 tarihi itibarıyla bir oyuncuya, menajere ya da başka birine borcu kalmamıştır. Bunu temize çekmeye çalıştık biz, davaları kapattık. Buraya gelirken ödemelerde gecikmeler olacağını biliyordum, bize gelme ihtimali olan her oyuncuya da bunu söyledim. Dürüst olmaya çalıştık, hayal satmadık kimseye. Galatasaray yönetimi gerçekten çaba sarf ediyor. Erol Özmandıracı, Ömer Cansever, Ömer Yalçınkaya… Herkesin büyük emeği söz konusu bu konuda. Şimdi sırada, bir sonraki seviyeye geçmek var.
Röportajın tamamını okumak için…
Basketbol gündemindeki en son gelişmeleri kaçırmamak için tıklayın!