by Buğra Uzar / buzar@eurohoops.net
Eurohoops’ta yer almaya başladığımdan bu yana yazılarımda duygularımı bir kenara koymayı başardığımı düşünüyorum. Her zaman doğru tespitler yapmamış olabilirim ancak gerçekten bunları gördüğüm için yazdım. Kısacası burayı kişisel bir blog olarak değil profesyonel bir alan olarak kullandım ki doğrusunun da bu olduğunu düşünüyorum. Ancak bu yazım daha önce yaptığım tüm işlerden farklı olacak. Ve açık ara en zoru…
Bu yazıyı yazmak için birçok kez klavye başına oturdum ancak her seferinde göz yaşlarım galip geldi. Biraz olsun sakinleştiğim her dakika aklıma farklı bir anı geldi ve canım bir kez daha fazlasıyla yandı. Tüm bunlara rağmen yazmakta ısrar etmemin istememin sebebi hem hislerimi paylaşıp biraz olsun rahatlamak, hem de bugünlerde yaşadığım her şeyi kayda geçirmek.
Ayrıca bu yazıyı yazmamın sebebi olan adam benim vazgeçtiğimi görseydi muhtemelen bana çok kızardı. Sonuçta hayatta bazen başınıza ne gelirse gelsin derin bir nefes almalı ve çıkıp o 2 serbest atışı atmalısınız. Çünkü benim kahramanım öyle yaptı. Sizlere bu yazımda Kobe Bryant’ın benim için ne anlama geldiğini anlatmaya çalışacağım. Dediğim gibi, bu yazı tamamen benim duygularımdan oluşuyor şimdiden affınıza sığınıyorum.
Beni tanıyan herkes az çok Kobe’nin ne anlama geldiğini bilir. Gerçek anlamda hayatımın her noktasına öyle ya da böyle dokunmuş birisinden bahsediyorum. Sosyal medyadaki hesaplarımın kullanıcı adlarında bile 24 var. Odamda hala posterleri asılı. Hatta Kobe figüründe kumbaram dahi var. Şu anda olduğum kişi olmamı sağlayan en önemli faktörden birisi. Tüm bunları binlerce kilometre öteden, benimle hiç konuşmadan ve hatta varlığımdan haberdar dahi olmadan bunu başardı.
*****************
Basketbolla tanışmam 2000’li yılların başlarına dayanıyor. O zamanlar henüz 8 yaşında küçük bir çocuktum. O zamanlar en büyük amacım, hafta sonu yayınlanan çizgi film kuşağını izlemekti. Ancak her zaman saati tutturamıyordum ve bazen erken, bazen de geç kalkıyordum. Erken kalktığım sabahların birinde Lakers‘ın Sixers‘la oynadığı 2001 Final Serisi’nden bir maça denk geldim. Daha önce hiç dikkat etmediğim, kurallarından haberdar olmadığım bu spor ilgimi çekti. Morlu takım, beyazlı takımı yeniyordu. O yaştaki bir çocuk olarak doğal olarak ben de kazanan tarafı tutmalıydım. İşte o maç sayesinde Lakers hayatımın orta yerine düştü. Ve tabii ki Kobe Bryant da…
Kısa süre içerisinde babama NBA Live 2001 oyununu aldırdığımı hatırlıyorum. CD’si elime gelir gelmez yaşadığım heyecan dün gibi aklımda. Lakers’ı seçerek bu kurallarını bilmediğim oyunu oynamaya başladım. Tabii ki o zamanlar kariyerinin zirvesini yaşayan Shaquille O’Neal en popüler oyuncuydu. Ben; bonus saçları, herkesin üzerine korkusuzca gitmesi ve etkileyici şutlarıyla Kobe Bryant’a ilk gördüğüm andan itibaren hayran oldum. Her sayıyı onunla atmaya çalıştım her gördüğüm yere 8 rakamını çizmeye başladım. Defterlerimin herhangi bir köşesine onun adını karaladım.
Kobe’nin hayatımdaki yeri her geçen gün artmaya devam etti. İnternetin yayılması, yaşımın da ilerlemesiyle birlikte onun hakkında bulabildiğim her şeyi okumaya ve izlemeye başladım. Onu tanıdıkça daha sevdim, sevdikçe daha çok bağlandım. Onun da dediği gibi “Tünelin sonunu görmedim. Sadece kendimi koşarken gördüm. Ben de koştum…”
Yıllar boyunca her maçını izlemeye çalıştım. Güne 05:30’da başlamak benim için bir geleneğe dönüşmüştü. Bazı zamanlar maç bitmeden okul servisine yetişmek zorunda kalırdım ki o günler benim için çekilmez olurdu. Maçın skorunu ve Kobe’nin kaç sayı attığını bilmeden geçen saatler…LakersTR forumunu bulup kayıt olduktan sonra hala devam eden dostluklar geliştirdim. Ona dair bulabildiğim her bilgiyi bitmek bilmeyen bir iştahla öğrenmeye çalıştım. Arkadaşlarımla yaptığımız her basketbol konuşmasında onun amansızca savundum. Odamın bütün duvarını posterlerle kapladım. Onları seyrederek sayısız saat geçirdim. Kobe’yle aynı takımda oynayıp ondan aldığım pasla maç kazandıran şutu attığımı hayal ederdim. Şimdi dönüp baktığımda Kobe’den pas beklemenin biraz çılgınca olduğunun farkındayım.
Kobe’nin hayatımdaki yeri arttıkça bana olan etkisi de genişlemeye başladı. Babamın evimizdeki televizyonlara NBA TV’nin geleceğini söylediği gün sevinçten uyuyamadım. Her şeyini taklit etmeye çalıştım. Yürüyüşünü, hareketlerini, şutlarını, turnikelerini, mimiklerini hatta sakız çiğneyişini bile… Her anımda ona dair bir şeyler barındırıyordum ve sanki beni izliyormuşçasına kendimi güvende hissediyordum. Tabii ki birazdan anlatacağım birkaç anım dahil yaşadığım bazı şeyler sizlere saçma veya abartı gelebilir. Ancak benim için çok büyük anlam içeren şeyler ve hayatımın sonuna kadar kalbimin en güzel yerlerinde saklayacağım.
********************************
O zamanlar NBA League Pass gibi bir opsiyon olmadığı için NBA TV’nin verdiği maçları kaçırmamaya çalışıyordum. Ancak hasta olduğum bir gün maçı izleyemeyeceğime karar verdim ve alarmımı kapattım. Ateşin etkisiyle gece birkaç kez uyandığımı, ardından tekrar uykuya daldığımı hatırlıyorum. Rüyamda Kobe’yi gördüğümü hatırlıyorum. Yaşadığım yere geldiğini ve beni dışarıya, basketbol oynamaya çağırdığını… Heyecandan uyandım diye düşünüyorum çünkü kalktığımda kalbim adeta ağzımda atıyordu. Saatin kaç olduğuna bakmadan içgüdüsel olarak televizyonu açtım. Lakers – Raptors maçını… İlk çeyrek başlayalı henüz birkaç dakika olmuştu. Kobe’nin 81 sayı attığı maçı bu sayede izleyebildim. Gördüklerimin etkisiyle ağzım saatlerce açık kaldı. İnanmadığım için sürekli açıp tekrar boxscore’a bakıyordum. Ama gerçekten de çıkıp 81 sayı atmıştı. Maç bittiğinde aldığım hiçbir ilacın yapamayacağı kadar iyi hissediyordum.
Bir diğeri 2010 NBA Finallerine dayanıyor. Daha net konuşmak gerekirse hayatım boyunca izlediğim en heyecanlı karşılaşma olan 7. maça. Lakers ve Celtics‘in efsanevi rekabetinin zirve yaptığı o maçla ilgili ufak bir sorun vardı. Üniversite giriş sınavlarında gireceğim matematik sınavından sadece 2 gece önceydi. Ancak böyle bir maçı kaçıramazdım. Ailemin tüm ikna çabalarına kulağımı tıkadım ve o gece daha alarm çalmadan heyecanla ayağa kalktım. O maç Kobe için şut anlamında korkunç geçti ancak ribauntlardaki hırsı ve savunmadaki isteğiyle takımını ateşlemeyi başardı. Desteklediğim takımların başarıları arasında en çok sevindiğim şampiyonluk 2010’daki şampiyonluktu. Dolayısıyla sınav öncesi yaşadığım tüm stres uçup gitmişti. Kobe bana bir kez daha çıkış yolunu göstermişti.
Beni etkileyen Kobe hikayelerini ne kadar anlatsam eksik kalır. Bu nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde hayatımın her alanına onu yerleştirmeyi başardım. Bu noktadaki durumu onun çok sevdiğim bir cümlesiyle anlatmak istiyorum. Kobe, çocukluğunda İtalya’daki günlerini anlatırken dil bilmeyen siyahi bir çocuk olarak ne kadar dışlanmış hissettiğinden bahsediyordu. Bu durumdan basketbolla sıyrılmıştı. “Başıma ne gelirse gelsin her zaman topumu alabiliyordum, bisikletime atlıyordum ve basketbol oynuyordum. Basketbol benim güvenli sığınağımdı” diyerek anlatmıştı o günleri. Benim için de durum böyleydi. Başıma ne gelirse gelsin gözlerimi kapatabilir ve Kobe’nin sağladığı güven hissine sahip olabilirdim.
Ailemle, arkadaşlarımla ya da başkasıyla bir sorun yaşadığımda, mutsuz hissettiğimde ya da başıma kötü bir olay geldiğinde saatlerce Kobe videoları izlediğimi biliyorum. Yaptığı şeyler bana o kadar sürreal geliyordu ki aklım mevcut sorunlardan uzaklaşıyor ya da gönlüm onları aşabileceğime dair umutla doluyordu. Hiç konuşamadığım can dostum, beni koruyup kollayan ağabeyim, bana her sorunun çözümü konusunda yardım ediyordu. Her türlü sakatlığa rağmen tekrar ayağa kalkması bana her sorunu çözebileceğime dair güç veriyordu. Maçta çıkan parmağını hiçbir şey olmamış gibi yerine oturtup sahaya dönen, burktuktan sonra balon gibi şişen bileğine rağmen zor şutları peşi sıra gönderen, aşil tendonu kopmasına rağmen yürüyerek sahaya dönen ve iki serbest atış atan bir adamın hayranı olarak basit acıların canımı yakmasına izin vermemeliydim.
Ancak yine de içinde Kobe’nin de olduğu ve canımın çok yandığı bazı anlar oldu. Örneğin aşil tendonunu koparttığı günü unutamıyorum. O gün üniversitede bir sınava gireceğim için maçı izlememiştim. Sabah kalkıp maçı kazandığımızı görünce mutlu olmuştum çünkü Lakers‘ın o sezon play-off’lara kalıp kalmayacağı belli değildi. Fakat Twitter’a girip sakatlık haberini gördüğümde gerçek anlamda dünyam başıma yıkıldı. Onu uzun süre izleyemeyecek olmak, nasıl döneceğini kestirememek, veda etmeye hazır olmamak gibi duygularla karmakarışık bir dönem geçirdim. Yine de böyle bir sakatlıktan dönebilecek tek kişi benim süper kahramanımdı ve başardı. Fakat ben bugün bile sakatlandığı anı izleyemiyorum ve sanırım bundan sonra hiç izleyemeyeceğim.
Keza son maçı da asla unutamayacağım anılardan birisi. Onu son kez izleyecek olmanın heyecanıyla her anın tadını çıkartmaya çalıştım. Maça kötü başlamış ve birkaç şut kaçırmıştı. Ama ben yine de her şutu onun atmasını istiyordum. Daha sonrasını biliyorsunuz… Kobe çılgın bir gece geçirdi ve tam 60 sayı attı. Üstelik maçın en kritik anlarında kendisine yakışır şekilde peş peşe kritik şutlar attı. Ekrana hayran hayran bakarken aklımdan hızlı şekilde bütün anlar da geçip duruyordu. Bir an için onu son kez izlediğim gerçeği aklımdan çıkmıştı. “Mamba Kaçar” diyip mikrofonu yere bıraktığında ise her şeyin kafama dank ettiğini hatırlıyorum. Benim için bir kez daha zor bir dönemdi.
Onunla tanışmak her zaman hayallerimden birisiydi. Aslında bir kez kendi gözlerimle görsem bile bana yeterdi. Birçok gece onunla tanışmanın hayalleriyle uykuya daldım. Kendi kendime ayna karşısında provalar yaptığım dahi oldu. Özellikle Eurohoops’ta çalışmaya başladıktan sonra elbet bir gün onu göreceğime dair inancım arttı. Bunu öyle çok istedim ki defalara rüyalarıma girdi. Hatta rüyalarımda bile nutkum tutulurdu. Onunla oynamış oyuncuları gördüğümde dahi heyecandan ellerim titrerdi. Örneğin ülkemizde düzenlenen EuroBasket’te Pau Gasol’ü yakından görme şansım olmuştu. O an nasıl ayakta durabildiğimi şu an dahi bilmiyorum. Bunda Gasol’ün kendi yarattığı efsanenin dışında Kobe’ye bu kadar yakın bir kişiyi görmenin etkisi de büyüktü.
Son yıllardaki değişimi de beni çok etkileyen noktalardan birisiydi. Sahadaki katil içgüdüsünün yanı sıra saha dışındaki Kobe’yi de araştırdığım için aslında onun böyle olduğunu biliyordum. Ailesine verdiği önem, şu anda NBA’de oynayan birçok yıldıza ve NBA’de oynamaya hazırlanan birçok genç oyuncuya yaptığı mentörlük, kazandığı Oscar, hikaye anlatıcılığı onun herkes için bir baba figürüne dönüşmesini sağlamıştı. Sonuçta oyuncuyken Kobe’yi ya severdiniz ya da nefret ederdiniz. Ancak bu nefretin kaynağı da onun gibi inanılmaz bir oyuncuya ve rekabetçiye sahip olmak yerine ona rakip olmak zorunda kalmaktı. Basketbolu bıraktıktan sonra bu nefretin böylesine büyük bir saygıya dönüşmesi de bunun bir göstergesi. Nitekim farklı branşlar da dahil olmak üzere yüzlerce sporcuya ilham vermiş olan, milyonlarca insana basketbolu sevdiren ve bir döneme damga vuran en büyük insanlardan birinden bahsediyorum.
Aynı kazada hayatını kaybeden kızı Gianna’nın basketbol oynamasıyla ne kadar gurur duyduğunu biliyorum. Kendisi de mirasını devam ettireceğine inandığını zaten defalarca söylemişti. Sosyal medya hesaplarında onu paylaşmaktan ne kadar keyif aldığını biliyordum. Bana göre Kobe için onun takımını çalıştırmak, kızının böylesine bir yeteneğe sahip olması, onu andıran hareketleri, onunla bire bir yaptığı çalışmalar, onu basketbol maçlarına götürüp hayallerindeki insanlarla tanıştırmak muhtemelen hayatta en çok keyif aldığı anlardan bazılarıydı.