by Howard Beck, Çeviri: Arma Kaynar / info@eurohoops.net
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı 27 Ocak 2020 tarihinde BleacherReport‘ta yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
“Howard, bugün bana ihtiyacın var mı?”
Arkamdan gelen sesin kime ait olduğunu biliyordum. Kobe Bryant, Southwest Koleji’ndeki spor salonunun çıkışına doğru yürüyordu. Antrenman sona ermişti ve oyuncular yavaş yavaş salonu terk ediyordu. O sırada Robert Horry ile bir şeyler konuşuyordum.
19 yaşındaki Kobe Bryant, Lakers’taki ikinci senesindeydi. Henüz şampiyon, All-Star ya da bir ikon haline gelmemişti. Mamba lakabını almamıştı, takım arkadaşları ona “Kob” diye sesleniyordu. Lower Merion Lisesi’nden çıkan karizmatik genç, akıcı şekilde İtalyanca konuşabiliyor ve oyunu Michael Jordan’ı andırıyordu.
O dönemde tam zamanlı olarak Lakers’ı takip eden ender muhabirlerden birisiydim ve Kobe ile birbirimizi yavaş yavaş tanımaya başlamıştık. Kobe her idmandan sonra yaptığı şut antrenmanını bitirmişti, onu orada tutan hiçbir şey kalmamıştı ancak yine de durup ondan istediğim bir şey olup olmadığını sordu.
Kobe Bryant, hayata gözlerini yumdu… Bu satırları yazarken hala bu gerçekliğin şoku içerisindeyim. Hepimiz onunla alakalı anılarımızı hatırlayarak kendimizi teselli etmeye çalışıyoruz. Bize ilham veren akrobatik hareketleri, gösterdiği inanılmaz performanslar ve inatçılığı…
Kobe’nin yasını tutarken hayatı boyunca gösterdiği tutku ve adanmışlığı, basketbol ile ailesine duyduğu aşkı kutlamamız gerekiyor. Bunların yanında attığı şutları, maç kazandıran basketleri, Shaq – Fox – Fisher – Gasol gibi isimlere yaptığı asistleri ve kazandığı şampiyonlukları tabii ki asla unutmayacağız.
Kobe hakkında benim aklıma ilk gelen şey ise insani yanı… Ki bunun Kobe’nin en çok tartışılan yanlarından birisi olduğunu herkes biliyor. NBA yıldızları bütün hayatlarını gözlerin önünde yaşıyor. Saha içindeki ve saha dışındaki başarıları ile hataları en ufak detayına kadar inceleniyor. Lakers’ın yıldızı olan bir basketbolcu için de bundan farklı bir şey beklenemezdi.
Kobe’nin bu ilgi karşısında zorlandığını hep gördüm. Takım arkadaşlarını yabancılaştıran, akrabalarından uzaklaşan ve kendini izole etmeye başlayan Kobe, 2000’li yılların ortasında ortaya çıkmıştı… Bu, daha sıkı bir ağza sahip olan, çenesini çıkarmayı seven, basketbol sahasına hükmeden ve acımasız Mamba’nın ilk belirtileriydi.
Ancak benim onu tanıdığım ilk yıllardaki Kobe daha sıcakkanlı, eğlenceli, meraklı ve insanlarla ilişki kurmaya çalışan birisiydi. İki kız kardeşinin Lakers, antrenmanına geldiğinde beni onlarla tanıştırmasını hatırlıyorum. Lisedeki koçu Kobe’yi ziyarete geldiğinde etrafındakilere onu “bana pas vermemeyi öğreten adam” diye tanıtmıştı.
2000 yılının Haziran ayında üstü başı şampanya içerisinde bir masanın üzerinde otururken suratında sıcacık bir gülümsemeyle sarıldığı genç kadını benimle tanıştırmasını da hatırlıyorum: “Howard, bu Vanessa”
Bir yıl sonra Lakers, Philadelphia’da ikinci şampiyonluğunu kazandığında soyunma odası adeta karnaval alanına dönmüştü. Şampanya banyosunun arasında Shaq dans ediyordu ancak Kobe, odanın diğer ucunda tek başına oturmuş ve düşüncelere dalmış durumdaydı.
Kobe’nin herkese gösterdiği kararlılığın ve azmin arkasında her zaman bir kırılganlık olduğunu seziyordum. Kobe, lige geldiğinde büyük adamların arasında oynayan genç bir çocuktu. MJ’in neredeyse klonu gibiydi ve basketboldaki en dominant pivotun yanında kendini kanıtlamaya çalışıyordu.
Kobe’nin potansiyelli gençten süperstara evrildiği ilk yıllar hiç de kolay geçmemişti. Hem saha içinde hem de saha dışında kimliğini bulmaya çalışıyordu. Shaq her zaman onu yakınında tutmak istiyordu. Yaşlı takım arkadaşları her zaman Shaq ile ilişki kurmayı daha kolay bulmuş ve Kobe ile yakınlaşmakta zorlanmıştı.
Ama Kobe’nin bu yakınlığa ihtiyacı vardı.
Bir gün soyunma odasındaki televizyonda golf izlerken bana golf oynayıp oynamadığımı sordu. Hayır dedikten sonra onun oynayıp oynamadığını sorduğumda aldığım cevap tam olarak Kobe’den beklediğiniz tarzdaydı: “Hayır oynamıyorum, ustası olamayacağım bir şeyi asla oynamam”
Daha sonra basketbolda ustalaşacak mısın diye sorduğumda verdiği cevap çok basitti, “Kesinlikle!”
“Kesinlikle” Kobe’nin en sevdiği cevaplardan birisiydi. Röportajlarda en çok kullandığı kelime kesinlikleydi ve Kobe kadar kendine güvenen birisine çok yakışıyordu. Kobe sıradaki Michael Jordan olacağına inanıyor muydu? Kesinlikle. Shaq olmadan bir takıma liderlik edebilir miydi? Kesinlikle. Basketbolu bıraktığında tarihin en iyi oyuncularından birisi olarak anılacak mıydı? Kesinlikle.
Bunlardan herhangi birisinin yaşanacağı Kobe lige girdiğinde belli miydi? Kobe dışındaki herkes için bu sorunun cevabı hayır.
Evet, yeteneği ve içgüdüleriyle birlikte Lower Merion Lisesi’nde bir fenomen haline gelmişti. Ama Kobe hiçbir zaman en hızlı, en uzun, en güçlü oyunculardan birisi olmadı. Vince Carter daha yükseğe zıplayabiliyordu, Allen Iverson çok daha hızlıydı, Tracy McGrady ondan daha uzundu…