by Eamonn Brennan – Çeviri: M. Bahadır Akgün / info@eurohoops.net
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı ilk olarak 2 Ekim 2020 tarihinde The Athletic‘te yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
Karantinanın henüz ilk dönemleriydi. Televizyonlarda canlı spor yayını yoktu ve Steve Kerr, bizler gibi ekranda klasik NBA maçlarını izliyordu. Burada altı çizilmesi gereken bir fark var tabii ki: Klasik NBA maçlarını izleyen birçok insanın o maçlarda kendilerinin gençliğini görme şansı hiç yok. Fakat Kerr’ün var ve o kendisini gördü, maçın dikkatini çekmesinin sebeplerinden biri de buydu.
25 Şubat 1993 günüydü. Birkaç ay içerisinde Kerr, Michael Jordan’lı Chicago Bulls‘a katılacaktı. Şimdilik onlara karşı oynuyor, Orlando’da takas sonrası kariyerinin son haftalarını geçiriyordu. Bir önceki yaz, Magic Shaquille O’Neal diye bir çaylak pivotu almıştı. Bulls ise gücünün zirvesindeydi. “Harika, harika bir klasik normal sezon maçlarından biriydi” diyor Kerr, O’Neal’ın 30 sayı ve 19 ribaund ile oynadığı, Jordan’ın ise kendisine layık bir şekilde 36 sayı, 4 ribaund, 4 asist, 4 top çalma ürettiği, Scottie Pippen’ın da 24/7/5/2 ile destek verdiği ve Bulls’un Magic’i 108-106 mağlup ettiği geceden bahsederken. “Öyle ekrana kilitlendim.”
Daha sonra Kerr’ün dikkatini çeken şey, modern NBA’i takip eden her basketbolseverin eski kayıtlarda, kısa özetlerde bile dikkatini çekeceği şekilde Jordan’ın dört savunmacı onun etrafındayken dans ederek potaya gitmesi sırasında sahanın bir garip gözükmesi. Kerr’e garip gelmişti, ki kendisi ligde de oynamıştı.
“Maçın bitmesine 4 saniye falan var, mola alıyoruz. Sonra moladan dönünce ekranda iki takımın da üçlük istatistikleri gözüküyor” diyor Kerr. İstatistikler, Kerr’ün de hafızasının kendisini çok yanıltmadığı üzere şöyle: Chicago: 2/6. Orlando: 4/10. “Bu kadar! Bütün maç bu kadar atılmış. Durdurup bizim teknik ekibe fotoğrafını gönderdim. ‘Buna inanabiliyor musunuz?’ dedim. Şimdi yarım çeyrekte bu kadar atılıyor. Bir oyuncu atıyor.”
Kerr, garip bir varsayımsal soru üzerine anlatıyordu bu hikayeyi: Ya üç sayılık atışlar hiç popüler olmasaydı? Basketbol ne kadar farklı olurdu? Aynı zamanda onun hayatı ne kadar farklı olurdu?
Cevabı ne mi oldu? Sakin ama önemsiz. Kendisi de hemen şu gerçek hikayeye parmak basıyordu: Kerr, 15 yıllık NBA kariyerinde maç başına 1,8 üçlük denedi. Üç sayı çizgisinin basketbolu değiştirmesi, sandığınızdan daha uzun sürmüş olabilir. Kerr’ün yalnızca en iyi şutörlerden biri değil de ligde devrim yapan bir koç olmasına yetecek kadar uzun sürdü.
Üç sayı çizgisi hiç olmasaydı basketbol farklı olmazdı demiyoruz. Elbette olurdu. Tabii ki oyunun stratejik ve taktiksel gelişimi için burası kesin ancak üç sayı çizgisi, birçok takım, oyuncu, şampiyon, finalist, şutör veya tek gecelik rekorlar ile tarihe kazınan hatıralar için de önemli oldu. Şu sırasız ihtimalleri bir düşünsenize:
- 1986-87 sezonunda üç sayı çizgisi, kolej basketboluna dahil edilmişti. O sezon, Indiana’nın son sınıf guardı Steve Alford, basketbolun en iyi şutörlerinden biri olarak bir anda 6-7 metrelik atışlarının karşılığı olarak 2 yerine 3 sayı ödülü almaya başladı. İşinde fazlasıyla iyi olan Bob Knight, Alford’ın maç başına altı üçlük denemesine izin veriyordu. Bu, o dönemde çok cesur bir hamleydi. Alford, o sezon %53 ile üçlük attı ve Indiana, ulusal şampiyonluğa ulaştı. Üçlük sayısı olmasa Alford, o sezon sıçrama yapar mıydı? Knight, üçüncü ve son şampiyonluğunu kazanır mıydı? Son şampiyonluğu 1981’de olmak üzere iki şampiyonluk ile efsanesi farklı şekilde anılır mıydı? Farklı koşullar altında Indiana’dan daha önce ayrılır mıydı?
- Cesaretten söz etmişken Indiana, Rick Pitino’nun tam anlamıyla devrimci Providence takımını o Final Four’da görmedi. Friars, o sezon maç başına 19,6 üçlük denedi ve yıldız guard Billy Donovan, maç başına 7,0 üçlük denerken uzun ve görkemli bir Wall Street kariyerine bir yıl önce başlıyordu.
- Mario Chalmers’ın 2008’deki final maçında 2,1 saniye kala bulduğu şut, maçta skoru eşitleyip karşılaşmayı uzatmaya götürmeyecekti. Kansas kaybedecek, Bill Self şampiyonluktan olacak ve Jayhawks taraftarı, bugüne kadar bitmeyen bir playoff kısır döngüsünün öfkesine bir kez daha gark olacaktı. Memphis ise John Calipari’nin koçluğunda şampiyon olacak ancak o şampiyonluk, NCAA tarafından sayılmayacaktı.
- Marcus Paige’in 2016 şampiyonluk maçında skoru belirleyen şutu, North Carolina’nın maçı uzatmasına yetmeyecek, Villanova’yı son topta faul yapmaya zorlayacak ve dünyayı Kris Jenkins’ten ve belki de NCAA tarihinin en iyi şutundan mahrum bırakacaktı.
- Bryce Drew’in 1998 NCAA Turnuvası’nda Ole Miss karşısındaki şutu skoru 69-69’da eşitleyecek ve maçı uzatmaya götürecekti.
- Ali Farokmanesh’in sağ kanattan şutu Northern Iowa’yı üç sayı farkla öne geçirecek ve Kansas, son 34 saniyeye 4 değil 3 sayı farkla geride girecekti.
- Paul Westhead’in koşma prensibine bağlı hücumu, maç başına 19 üçlüğü muhteva etmeyecek, Loyola Marymount’u 1988’de 32 maçın 28’inde galibiyete taşımayacak, maç başına 122 sayı attırmayacak ve Westhead’in NBA’in nihai çabuk oyun devriminde önemli bir rol oynamasının önüne geçecekti.
- JJ Redick, ülkenin en iyi oyuncusu ödülünü kazanmayacak ve neredeyse kesinlikle Duke’un gelmiş geçmiş en skorer oyuncusu olmayacaktı.
- Reggie Miller, NBA’de takım takım gezen bir guard olacaktı. Spike Lee, ona hiç bu kadar özen göstermeyecekti.
- Russell Westbrook sorgusuz sualsiz çoktan Hall of Fame kabul edilecekti.
- Kariyeri şu anda tamamen farklı gözükecek olan Ray Allen, 2013 NBA finalinde maçı uzatan ve LeBron James’in kariyerini tamamen değiştiren o üçlüğü atmamış olacaktı.
- Stephen Curry’nin Davidson takımı, dünyada fırtına gibi esmeyecekti. Stephen Curry, ikinci turun sonlarında draft edilecek, Yaz Ligi’nde dikkat çekmeyecek ve önemsiz bir kariyere sahip olacaktı.
- Warriors olmayacaktı.
- Jordan hiç omuz silkmeyecekti.
Bu çok minik bir örnek. Ayrıca bu örnek, basketbolun aynı oyuncuların aynı şutları attığı ve soktuğu düzenlerde, farklı değerlerle aynı şekilde yaşanmış olmasını varsayıyor fakat elbette durum böyle olmazdı.
Daha ziyade, üç sayı çizgisinin olmamasının getireceği kelebek etkisi devasa olurdu ve muhtemelen çabucak dışa doğru dalgalanma başlardı. (1987 örnekleri bu yüzden bu kadar keyifli. En iyi, en temiz tarihi sınavlar o örneklerden çıkar.) Yalnızca iki sayılık atışların olduğu bir basketbolun, bu oyunu oynayan oyuncular, koçluk yapan koçlar ve maçların çözülme noktaları da farklı olacağı için büyük bir farka sahip olacağı açık. Varsayımsal ihtimaller keyifli ve elbette okurlarımız da kendi ihtimallerini düşünmüşlerdir ancak bu örnekte, kurallar yalnızca saçma bir bar taburesi üzerinde yaptığınız sohbetin kuralları. Gerçekten ciddi ciddi konuşuyorsanız bu kurallar ile oynanamaz. Üç sayılık atışlar olmasa Ray Allen’ın 2013’te topukları çizginin yarım santimetre önünde bir şekilde köşede bekleyeceğini düşünmek, en hafif tabirle biraz ahmaklık olur.
Ancak oyunun yapısal farklılığını düşünmek, daha az ahmaklık. Zihin gözünüzden basketbolun üç sayı çizgisi olmadan nasıl olacağını hayal etmeye zorlayın kendinizi.
Belli bir ölçüye kadar Rick Byrd’ün koçluk kariyerine başladığı 1976 gibi olurdu. İlk işinde minik Maryville Koleji’nde yardımcı antrenör olan Byrd, basketbolun icadından bu yana koçlar oyuncularına nasıl öğretiyorsa takımını öyle çalıştırıyordu: Potaya mümkün olduğunca yaklaşabildiğiniz noktaya kadar ne kadar ihtiyacınız varsa o kadar topu dolaştırın. İçeriye doluşan savunmaların arasında skorerlerinizi çıkarmak, bir anlamda gurur duyulacak bir şeydi. “Çok garip fakat üçlük fikrine karşıydım ben” diyor Byrd. “O dönemde, topu dışarıdan sallamaktansa içeride doğru hücumu gerçekleştirmenin daha ince işçilik gerektirdiğini düşünüyordum.” Byrd, 1980’li yılların başlarında Tennessee Tech’e yardımcı antrenör olarak geçtiğinde Ohio Valley Konferansı’nda üçlük çizgisi test ediliyordu. Byrd, tepeden içeriye doğru çevrilen bir çizgi olduğunu hatırlıyor. Baş antrenörü Tom Deaton ise oyuncularının üçlük denemesine katı bir şekilde karşıydı. “Çok katıydı, ‘O çizginin arkasına geçmeyi düşünmeyin bile’ derdi” diyor Byrd.
Deaton’ın hakkını verelim, genel tavır bu şekildeydi. Şut seçimi çok önemliydi. Potaya ne kadar yakınsanız şutunuz o kadar iyiydi çünkü, zaten… Potada attığınız bir şut, en ideal şuttu. Üç metreden atılan bir şut epey iyiydi. Altı buçuk metreden atılan bir şut ise neredeyse israf anlamına geliyordu.