by Alex Kennedy, Çeviri: Cem Doğan
Bu yazı DeadSpin‘de yayınlanmış olup uyarlanarak Türkçeye çevrilmiştir.
Bugünlerde Los Angeles Clippers gayet iyi durumda. Piyasa değerleri 2 milyar dolar, playoff’un gediklisi oldular ve şu ırkçı takim sahiplerinden de kurtuldular. Clippers‘ın profesyonel sporlardaki en utanç verici kulüp olmadığı yeni bir döneme girmesiyle birlikte, eski kötü günlere bakmak ve o günleri yaşayanlarla konuşmak için doğru bir zaman gibi görünüyor.
NBA’deki en kötü kulüpte oynamak hakkında
Marques Johnson (forvet, 1984-87): Sizi yıpratan ve şehrin ortak yatırımla kurulmuş takımında oynuyormuşsunuz gibi hissettiren sürekli bir şaka ve yorum yağmuru söz konusuydu.
Norm Nixon (oyun kurucu, 1983-89): O zamanlar kimse o takımda oynamak istemiyordu. Yetenek seviyesi yerlerdeydi. Bilirsiniz, çok zordu.
James Donaldson (pivot, 1983-85): San Diego’daki Sports Arena’da, neredeyse boş bir salona oynuyorduk — Lakers ya da Celtics şehre gelene kadar. Arada bir 5000 kişiye oynardık. Ve bu da, arkanıza evsahibi desteği almaya çalışırken pek yeterli bir kalabalık değildir. Bu yüzden Los Angeles’a taşınmanın, nihayet iyiye gitmek için bir fırsat olacağını hissettik. İşte oradaydık ve Lakers‘la eşit durumda olacağımızı düşündük. Ve kendi taraftar kitlelerine sahiptiler; biz de kendi kitlemize sahiptik, bilirsiniz, iki takım da aynı şehri temsil ediyordu, iki takım da en üst seviyede rekabet ediyordu, ancak sonraki 10-20 yıl boyunca böyle olmayacaktı.
Johnson: Don Chaney — iyi adam, iyi koç, çalışkan biri. Bizi takım toplantısı için çağırmıştı, çünkü bir mağlubiyet serisindeydik. Esip gürlüyordu: “Bakın, yapmamız gereken bir iş var. Eğer burada olmak istemiyorsanız bunu şimdi söyleyin de sizi takımdan sepetleyelim.” Ve beni kaptan yaptı. İkimiz de Lousiana’dandık, onu pek severdim. Beni “Lütfen buradan gitmeme izin verin” demekten alıkoyan tek şey buydu. Beni kaptanlığa getirince ona “Don, lütfen. Bırak buradan gideyim” demeyi çok istedim. Ama kendisine olan saygımdan ve herkesin içinde küçük düşürmek istemediğimden bunları söylemedim. Ona “Lütfen hocam, beni buradan gönderin” demenin çekiciliği çok fazlaydı.
Bo Kimble (guard, 1990-92): Clippers’taki en kötü ânımı anlatacağım — bunu kimse bilmiyor: 10-15 kez intiharın eşiğine geldim. Üst sıradan seçilen ve takımdaki iyi skorer ve şutörlerden biriydim ve 22 maçın 15’ini kaybediyorduk, 11 milyon para alıyordum fakat sahaya adımımı bile atamıyordum. NBA’e para için girmedim, oyunu sevdiğim için girdim. O yüzden bu, geride bıraktığıma sevindiğim bir şey.
Johnson: Arabam çalınmıştı. Sports Arena’nın yakınındaki karakola gidip durumu bildirdim. Oradaki memur bana bakıp şöyle söyledi: “Marques Johnson, seni ve geri kalan tüm Clippers’ı bir basketbol takımı taklidi yapmaktan tutukluyorum.”
Junior Bridgeman (forvet, 1984-86): Koçlar için zordu, oyuncular için zordu ve sessizce bir yerlere ulaşmayı ümit eden insanlar vardı. Bilirsiniz işte, bunların hepsi, kazanmaya çalışmak için elverişsiz bir durum oluşturuyordu. Kötü bir ortam.
Gary Grant (guard, 1988-95): [Clippers’tan ayrılmak] bir rahatlama getiriyordu. “Tamam, peki. İşte böyle olması gerekiyor.”
Johnson: Başka bir sefer, Crenshaw Lisesi’nde formamı asarlarken biri çıkıp benim şehirde Lakers ve Crenshaw’dan sonra en iyi üçüncü takımda oynadığımı söyledi. Habire bunları duyuyordunuz ve siz de gülüyordunuz.
Nixon: Takımın nasıl yönetildiğine dair farklı şeylerle ilgili söylentileri duyuyordunuz. Ve bir takıma katılana dek, o takım hakkında bilgi sahibi olamazsınız. Bir idman maçı için Orange County’ye gitmiştik. Salona girdim, içeride 300 kişi falan vardı. Abarttım. Belki 2000 kişi filan. Şampiyonluğa oynayan bir takımdan gelmiştim ve içimden “Bu zor olacak…” demiştim.
Donaldson: Orası, en iyi dönemini geride bırakmış birçok oyuncu için bir sürgün yeriydi ve takımdaki hemen hemen kimse orada olmaktan memnun değildi. Olmak istediğiniz bir yer değildi.
Johnson: Robin Harris’in çıktığı Comedy Act Theater denen yere gitmiştim ve sanırım D.L. Hughley, takım hakkında bir sürü şaka yaptı ve hiçbirinde övgüden eser yoktu. Dışınızdan gülüyordunuz ama içinizden bunları duydukça kahroluyordunuz. Özellikle Milwaukee gibi, 4-5 yıl grup şampiyonluğu yaşadığınız bir takımdan geliyorsanız. Doğu Konferansı’nın dominant ekiplerinden biriydik.
Harvey Catchings (forvet, 1984-85): O zamanlar koç Jim Lynam’dı. İyi bir hocaydı. Onunla ilişkimizden keyif almıştım. Her zaman sizi kontrol ediyor gibi hissediyordunuz. Ortamdaki atmosfer bu şekildeydi.
Nixon: Ligdeki herkesin eskiden Clippers’ta oynamışlığı vardı.
Johnson: Kıyametin yaklaştığına dair sabit bir his vardı. Bilirsiniz, Murphy Kanunları. Bir şeyin yanlış gitme ihtimali varsa, öyle olur. Demokles’in kılıcı her zaman tepemizdeydi.
Takımın nasıl yönetildiği hakkında
Bridgeman: Bunun bir işlevsizlik olduğunu söyleyemem. Kendimizi gösterebilecek durumda değildik ve takımda birlik-beraberlik yoktu. Kazanma havası yoktu ortalıkta. Daha çok kelepir basketbol havası vardı. Bakalım işleri ligdeki diğer herkesten daha ucuza yapabilecek miydik?
Donaldson: Oyuncular bir süre sonra döner kapı hâline geldi. Clippers‘la geçirdiğim üç yıldan sonra Dallas Mavericks‘e takas edildiğimde, ben ve takım arkadaşlarım arasındaki şaka, “Öldüm ve cennete gittim” şeklindeydi. Çünkü başıma gelebilecek en iyi şey, ölüp cennete gitmemdi. Dallas Mavericks‘in benim gibi iri bir pivota ihtiyacı vardı. Gelecek yıllar boyunca iddialı olacak, hakiki bir playoff adayı takım için uygun parçalardan biriydim.
Nixon: Kazanan bir takım oluşturmaya çalışan bir organizasyon görüyorsunuz. Her sene kadroda 2-3 tecrübeli oyuncu ve toplam 9-10 farklı oyuncu olurdu. Her sene. Farklı koç, farklı oyuncular. Bu kadar oyuncu değiştirirseniz asla kazanan bir takım kuramazsınız. Bu takımın her zaman iyi para kazandığını düşünüyorum, çünkü takıma pek para harcanmazdı.
Johnson: Hazırlık kampımız Cal Poly Pomona’daydı. Ucuz denebilecek bir yerde kalıyorduk. Yani oyuncuları önemsedikleri, birinci sınıf bir yer gibi değildi. Sanırım bu da sahada gösterilen efora yansıyordu. Ve sakatlıklar. Clipper laneti, yılan tarafından ısırılma gibi muhabbetler duyuyorsunuz. İlk idman günümde, kampın ilk gününde, ilk harekette, uzanıp topu çelmem gereken bir çeşit ikiye-bir yaparken yardımcı koça bunu bildiğimi ve bunun tehlikeli bir hareket olduğunu söyledim. O ise “Bu, reaksiyon için harika bir hareket” dedi. Bir sonraki tekrarda parmağımı kırdım — sağ elimin serçe parmağı. Acı içinde oturmak zorunda kaldım ve hemen arkamdaki Derek Smith de sol elini kırdı. Aynı hareket. Sanırım o, sol serçe parmağını kırmıştı. Ben tarak kemiğimi kırdım.
Swen Nater (pivot, 1977-1983): Bir ortaokulda idman yapardık. Yahudi Dayanışma Derneği’ndeki yarım sahada idman yapardık.
Bridgeman: L.A.’e taşındığımızda, ilk yıl kalıcı bir idman sahası bulmaya çalıştık ama Lakers‘tan önce ya da sonra, Loyola Üniversitesi’nde idman yaptık. Başka bazı yerlerde de çalıştık. L.A.’de bu pek sorun olmuyordu, çünkü elbet çalışacak bir yer buluyordunuz.
Johnson: Kazanmayı, başarıyı ve pozitif olmayı desteklemeyen bir atmosfer vardı; ve bu yukarıdan aşağıya yayılan bir şey olduğunu düşünmeye meyilliydim. South Central’ın ortasındaki Weingart YMCA’da idman yapıyorduk. Bilirsiniz, normalden 3 metre daha kısadır. Bir pota 2.50-2.75 arası bir şeydi. Biri 2.80 falandı. Kısa potalar! Yeni bir tesisti, o yüzden çok bir şey diyemem. Mesele, tesisin bulunduğu yerdi. Aramızda oradan korkacak kişiler vardı. South Central’ın göbeğindeydik. Vermont ve Century Bulvarı. Tekrar söylüyorum, yönetimin sahip olduğu bakış açısından emin değilim: Olay yalnızca ucuz bir yer tutmak mı, yoksa halkla yakın ilişki kurma çabaları mı. Ama Lakers‘ın tesisleri ve Jerry Buss’ın özel uçağı hakkında bir şeyler duyduğunuzda pek de hoş olmuyordu tabii.
Kimble: Oyuna olan sevgim en önemli şeydi ve bunu hayatımda ilk kez benden aldılar; olay benim için oyundan işe dönüştü. Ama şunu tekrarlayayım, 10 yıl boyunca meselenin bu tarafını anlamayacak kadar naiftim.
Catchings: Lig çevrelerinin mutabık olduğu konu, bu organizasyonun oyuncular tarafından pek de saygı görmediği yönündeydi.
Bridgeman: Masrafların karşılanması gibi basit konularda tartışma çıkardı, seyahatin nasıl yapılacağı gibi basit konularda da. Ben Milwaukee’deyken, birini görmek için seyahat etmeniz gerektiğinde sizin için araba kiralıyorlardı. Clippers‘ta ise bu yoktu. Hep böyle ufak-tefek mevzular. Bunların hepsini toplarsanız, ortaya bir organizasyonun karakteri çıkar.
Johnson: 1982 yılında uyuşturucu bağımlılığım için rehabilitasyona girdiğimi öğrendiklerinde, kontratımı feshetmek istediler. L.A. Times, 1983’te rehabilitasyona girdiğimden bahseden bir yazı yayımladı ama aslında bir yıl önceydi. Bunu yazan muhabir, bu haber sayesinde bir ödül kazanmıştı. Bu bir yıllık hatayı hep komik bulmuşumdur.
Catchings: Hiç böyle bir şey görmemiştim. Bazı oyuncular CBA’den, bazıları da yarı profesyonel liglerden gelmişti. Onlarla uyum sağlamak muhtemelen zor olmazdı. Çünkü “Vay be, otobüslerle seyahat ediyoruz” durumundaydılar. O zamanlar tarifeli uçuşlarla uçuyorduk tabii. Ama biliyorsunuz, oynadığımız diğer takımlarda hep bir düzen hissi vardı. Clippers’tayken, seni orada istedikleri duygusu hiç yoktu. Size o tip bir yaklaşımda bulunulmuyordu.
Nater: Hiç para harcanmıyordu. Durum bu olunca, oyunculardan da verim alamazdınız.
Bridgeman: Diğer şehirlerdeki diğer takımlarda, eşler ve kız arkadaşlar, trafik sebebiyle partnerleriyle birlikte maça erken giderlerdi. Ve vaktinde orada olurlardı. Takımın ayrı bir yere sahip olması gerektiğinden bahsettik, en azından maç başlayana kadar duracakları bir yer olurdu. Böylece Clippers bir bölgeyi, içine oyun masası koyup ayırmıştı. Loca buydu. İnsanların moralini daha fazla bozacak, Mickey Mouse tarzı şeyler.
Johnson: 20 Kasım 1986’da boynumdan sakatlandım. Bunun ardından kulüp bana maaşımın hepsini vermemeye başladı; bana ödeme yapmayı bıraktılar ama yine de maçlara gelmemi istediler. Ben de “Ödeme yapmazsanız maçlara gelmem” dedim. Sonra bana ceza verdiler. O arada da, oynama ihtimalim için ülkenin her yanından medikal görüşler alıyorum. Doktorlar bana spinal füzyona ihtiyacım olduğunu, aksi takdirde sahaya çıkmamam gerektiğini söyledi. Bırakmalıydım.
Bir tarafta böyle manyakça şeyler olurken, diğer yandan sahaya çıkıp oynamaya ve odaklanmaya çalışmalısın. Bu şartlarda imkansızdı.
Çok net hatırlıyorum: Cedric Maxwell, ki çok komik adamdır — Batı’daki son playoff hakkı için Sacramento Kings‘i yakalamaya çalışıyorduk, bunun için de 33-34 galibiyet gerekiyordu. Biz 30-31 galibiyet civarındayken, 3-4 maç kalmıştı ve fikstür de uygundu. Soyunma odasındaydık, şöyle dedim: “Max, eğer kalan 5 maçın 4’ünü alırsak başaracağız.” Dönüp bana şöyle cevap verdi: “Abi, yapma. Azıcık ciddi olalım ya. Arayıp havuzumu ve tenis kortlarımı temizlemelerini söyleyeceğim. Bu iş bitti Kaptan. Tanrı aşkına. Burası Clippers. Burası ozon, alacakaranlık kuşağı — Clipper bölgesi burası. Playoff’a kalamayacağız.”
Donald Sterling hakkında
Johnson: Donald’la ilk temasım, ilk sezonumda yapılan Noel partisinde oldu. Takımın partisinde bir Noel Baba vardı ve Donald, her oyuncunun onun kucağına oturup fotoğraf çektirmesi konusunda ısrar etti. Bunu biraz küçük düşürücü buldum ve oraya gitmek istemedim. Ben bir yetişkinim. Noel Baba’nın kucağına oturmam. Bir kulüp yetkilisi gelip bu durumun Donald’ın hoşuna gitmediğini, bunu yapmam gerektiğini söylediler. Nihayet oraya oturdum ve sanırım kafasını bir topmuş gibi avuçladım. Ortamı yumuşatmaya çalışıyordum. Donald Sterling ve Donald Sterling Stili ile ilk kez bu şekilde tanışmış oldum.
Catchings: Onunla ilgili en çok aklımda kalan şey, bir şekilde anlaşılmaz olmasıydı. Gelip size karışacak türden bir adam değildi. Sanırım oyuncularla arasına mesafe koymak isteyen tipte bir takım sahibiydi ve onda farklı bir şey olduğunu anlıyordunuz. Ama asla ona neyi yanlış yaptığını söyleyemezdiniz. Yeterince yanlış yaptı. Yeterince yaptı.
Donaldson: Sterling, NBA ve NFL’deki birçok takım sahibi gibi, sosyal açıdan garip bir adamdı. Bir NBA ya da NFL takımı, bunların büyük oyuncakları gibidir. O takım sahiplerinden biri olmak istiyorlardı ve takım da onun göstermek istediği mücevheriydi.
Bridgeman: Kibar ve cana yakın biriydi. Şimdi bile sık görüşürüz. Çok fazla kazanamazdık tabii ama, bir galibiyetin ardından soyunma odasına iner, bizi tebrik ederdi. Noel’de herkesi evine davet ederdi. Sezonun başında hediyeler verirdi.
Nater: Onu pek tanıyamadık. Maçlara gelirdi. Pek etrafında bulunmadık. Onunla pek kimsenin sıkı-fıkı olduğunu sanmıyorum. Bir yere de davet etmezdi. Deplasmanlara hiç gelmezdi. Tanımazdık onu.
Kimble: Don Sterling’i bir arkadaş olarak gördüğümü söyleyeceğim; asla saygısızlık etmedi, 30 milyon para ödedi. Takıma geldiğimde ve sonrasında bana karşı hiç kaba davranmadı. Bu yüzden yere düşünce bir de insanlar size vurmak istese de, öncelikle onunla var olan hukukuma göre hareket eden biriyim.
Donaldson: Her zaman çok iyi, nazik bir adam gibi görünürdü ve o kasettekilerin ligdeki diğer takım sahiplerinin de paylaştığı düşüncelerden farklı bir şey içerdiğini düşünmüyorum. Bilirsiniz, arkadaşlarını soyunma odasına getirirdi, bizimle fotoğraf çekilmeler filan. Oyuncuların yanında biraz garip duruyorlardı tabii. Ayrı dünyaların insanları sonuçta. Ama sonuçta kulüp onun.
Catchings: Bence Donald Sterling, yeteri kadar iş yapan bir takım sahibi. Bilirsiniz, takımı daha iyiye götürmek için, gerekenden fazlasını yapmayacaktı. Kendi dönemi boyunca bıraktığı iz buydu. Birilerini getirmek ve “Bu adamlar üç sene bizde kalacak ve sonra daha fazla para isteyecekler, ben de gitmelerine izin vereceğim” demek. Bir nevi döner kapı gibiydik yani. Bahsettiğimiz adam, Wilshire Bulvarı’ndaki her şeye sahip olmak şeklinde bir felsefeye sahip. Yani her şey ortada: Eğer konu gayrimenkul veya takımı geliştirmekse, bu tartışmanın kazananı belli.
Grant: Asıl mesele, kontrat vakti geldiğinde, Donald Sterling’in kimseye para vermek istememesi. Böylece başka takımlara gidiyorlardı. Larry Brown’la başladı. O gitti, sonra Danny Manning gitti, ardından Ken Norman — herkes ayrılıyordu. Yedi sene sonra, takımda bir tek ben kalmıştım. Sözleşmen bitiyorsa, sana para ödenmeyecekti: Bu kadar basit.
Donaldson: Hayır, kavga-dövüş olmadan sonunun gelmemesine şaşırmadım. Bunun esasen rekabetçi olmayı istemenin bir yönü olduğunu düşünüyorum; çünkü onu emlak işlerinde son derece başarılı kılan da muhtemelen buydu. Bilirsiniz, özellikle yaşı geçkin erkekler — birkaç içki içerler, sonra seksî kızlarla Corvette’lerine binerler… Bir noktada ahmakça bir şey söylerler ve bir aptal olduğun ortaya çıkar.
Bridgeman: Bu oyunu sürdürecek ve insanlara meta gibi davranacak her zaman başka birinin olduğunu düşünseniz de, büyük organizasyonlarda olay her zaman insanlarla ilgilidir. Ne kadar malınız-mülkünüz olursa olsun, onlar en değerli varlığınız. Başarılı olup olmayacağınızı etkilemeleri ve belirleyecek olmaları çok acayip bir şey. Topu oyuna sokup kendisine pas vermeyi ve herkesi savunmayı beceremedi. Yine de diğerleriyle takım arkadaşı olmak zorunda kaldı.
Nixon: Sterling’in kiracılarla olan ilişkisine bakın. Suçlama ve davalara bakarsanız, bence bu, insanlarla nasıl başa çıktığının bir göstergesi. Ve malum, bizim işimiz de insanlarla. Bu ligde birinin sizin için elinden geleni yapmasını istiyorsanız, ona saygılı davranmanız gerekir. Emlak işlemlerine ve bunların nasıl gerçekleştiğine bakarsanız, insanlara böyle davranılamayacağını görürsünüz. Cansız şeylerden bahsediyoruz. Binalardan bahsediyoruz. Orada insanlarla uğraşma zorunluluğu yok.
Bridgeman: Sürekli hukuki ihtilaflarla dolu bir dünyada yaşadığında, her şey için savaşmaktan çekinmezsin. Bu sizin bir parçanız olur. Ve biz her şeyi, onun dünya görüşü üzerinden ortaya koyuyorduk. Doğru olsun ya da olmasın, o zaman bizim düşünce yapımız buydu.
Kimble: Ne yazık ki, siyahlar hakkında gerçekten o görüşlere sahip.