By Semih Altınbaş / info@eurohoops.net
Bu yazının tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Luka Doncic’in yeni başlayan kariyerindeki 20 yıllık vitrini, Giannis Antetokounmpo’nun üst üste 2 MVP kazanmasından da önemli olarak sahayı devasa vücudu ve oyunuyla domine etmesi, Pau-Marc Gasol kardeşlerin lige vurdukları damga…
Avrupa basketbolu oyun ve işleyiş olarak zor bir dönemle pençeleşirken bunları tartışmak için de çok fazla zamanınız oluyor. Bütün bunları tek tek ele aldığımız zaman da 20 yıl öncesiyle günümüz arasında çok çok ciddi farklar varmış gibi hissetmemiz mümkün olabiliyor.
Peki Avrupalı basketbol figürlerinin NBA’deki statüleri konusunda gerçekten de milenyum sonrası yaşanan ciddi gelişmeler var mı? Varsa bunları nasıl açıklayabiliriz, bu gelişmeler NBA’e ne kazandırdı – ne kaybettirdi?
Bu yolculuğu resmen olmasa da fiilen en üst düzeyde başlatan isimler olarak Dirk, Tony, Pau gibi isimlerden rahatlıkla bahsedebiliriz. Açtıkları yola ve gösterdikleri hedefe odaklanacağız. “NBA’in yüzü bir Amerikalı oyuncu mu olmalı? Eğer böyle olmazsa NBA değer kaybeder mi?” sorularına cevap arayacağız.
Sorular fazla, cevaplar üzerineyse çok uzun tartışmalar yürütülür. Bugün NBA’deki Avrupa kökenli basketbol insanlarının yavaş yavaş ligde söz sahibi olmaya başlamasına yol açan süreci uzun uzadıya ele almak adına buluşuyoruz.
NBA’de uluslararası oyuncuların var olma tarihi çok geniş bir sürece dayanıyor ancak bu import oyuncuların ligde bir süreklilik oluşturması çok çok uzun zaman alıyor. 1946’da lige giriş yapan İtalyan Hank Biasatti ligin ilk uluslararası oyuncusu olurken farklı ülkelerden gelen oyuncular NBA’de başarılı olabilmek adına çok beklediler.
Tabii bu aralıkta NBA’de oynama ihtimali fazlasıyla olup aldıkları teklifleri reddeden Kresimir Cosic, Nikos Galis gibi efsanevi örnekler de var ki bu oyuncuların 70’ler, 80’ler NBA’inde başarılı olmamak için açıkçası oyun bazında değerlendirmede pek bir sebepleri de yok.
Hatta tıpkı Cosic gibi kolejde yetişip NBA’de oynamayan bir diğer oyuncu olan Galis’in NBA’de oynamamış olması Boston Celtics‘in efsanevi koçu Red Auerbach’a dahi bir dönem dert olmuş meseleler arasında yer alıyor. Galis Avrupa’da hak ettiği kadar ihtişamlı bir kariyer yaratamadı ancak gönüllerde kurduğu tahttan da hiçbir zaman inmedi ve muhtemelen bu çileli yolda koca bir ülkeye basketbolu aşıladı. Cosic de Yugoslav basketboluna hayatta olduğu süreçte inanılmaz büyük hizmetler yaptı.
80’lerin sonu ve 90’ların başları bu noktada bazı önemli nitelikteki gelişmelere sebep oldu. Muhtemelen bu dönemlerden önce Avrupalı oyuncuların NBA’de varlık gösteremeyip sahneyi Amerikalılara bırakmasının önemli sebeplerinden birisi de Sovyetler Birliği’nin sporculara yurt dışında oynama yasağı koymasıydı. Bildiğiniz gibi bu yasak 1988’deki Yaz Olimpiyatları’nda gelen altın madalyanın ardından kalktı ancak zaten birkaç sene içinde de SSCB dağıldı.
Fakat diyeceğim o ki, böyle zengin basketbol kültürlerini aynı anda bünyesinde barındıran çok uluslu bir yapının o dönemde dünya basketbolunun en büyük süpergüçlerinden birisi olarak yurt dışına oyuncu ihraç etmemiş olması elbette NBA’de Avrupalı oyuncuların başarılı oluşunu geciktiren etmenlerden birisidir. Bu sürecin ardından 6 yıl kadar daha Avrupa’da kalıp sonrasında NBA’in yolunu tutarak Portland Trail Blazers tarihinin önemli isimlerinden olan Arvydas Sabonis bizlere bu konuda bir örnek teşkil edebilir.
Şimdi Sovyetler’in Soğuk Savaş dönemindeki bu politikasını tartışmanın yeri burası değil ancak benim anlatmak istediğim şey NBA gibi büyüklüğü dünyayı saran bir ligde başarılı olacak/olamayacak figürlerin her zaman NBA tarafından belirlenemiyor olması. Dış etkenlerin de çok çabuk yaralayabildiği (Daryl Morey – Çin meselesi gibi) bu organizasyonda dış müdahaleler tabii ki de ligin kaderini, geleceğini belirleyebiliyor.
Tabii eskilerin var olduğu dönemde “NBA rüyası” propagandası bu kadar etkin bir şekilde uygulanıp basketbolla ilgilenen yeni nesillerin odak noktasına yerleştiriliyor muydu, bu da ayrı bir mesele olur. David Stern’ün komisyonerliğe getirilişi sonrasında ligin büyüme oranıyla popülarite kazanıp çocuklar için bir rüya haline gelmesi hep doğru orantılı gitti. Bu rüya artık sadece Amerikalı çocukların değil, tüm dünyada basketbola aşık yetişen çocukların rüyası olmaya başladı.
Vlade Divac, Drazen Petrovic ve Toni Kukoc gibi isimlerin ardından ağzına kadar açılan o kapıdan halen daha çok isim geçiyor ve bu artık sıradan bir durum. Olağandışı olan ise bu oyuncuların ligi günümüzdeki gibi avuçlarının içine almış olmaları. Şu an NBA’in yapısına baktığımız zaman yüzlerce oyuncu var ve bunların önemli bir kısmı uluslararası isimlerden oluşmakta. Bu durumda tabii adet olarak oyuncuların artışıyla başarılarının artışları da paralel gitmeli ki böyle bir yazı yazmaya ihtiyaç duyalım.
Dirk Nowitzki’nin lige giriş yaptığı dönemde Toni Kukoc, Avrupalı bir oyuncunun orada çıkabileceği en yüksek mertebelerden birine çıkmıştı. 90’ların yegâne gücü Chicago Bulls‘un en önemli yan parçalarından birisi olarak Michael Jordan’ın 2. three-peat’inde büyük rol oynayan isimlerden birisi olmuştu. Ancak onun lige girişini de 1992 Yaz Olimpiyatları’nda Rüya Takım’ın ona bilenişi sebebiyle pek iyi hatırlamıyoruz. Tabii bunun sebebi bir Avrupalı olması değildi, süpergüçlerin yerine göz diktiğinin ya da onların yerine aday görüldüğünün düşünülmesiydi. Bu tehditkâr isim Jordan ve Pippen’ı rahatsız etti.
O dönemlerde Jordan ve Pippen’ın yanında sadece bir yan parça potansiyeline sahip bir oyuncu bile bu kadar rahatsızlık verirken sonrasında sahne alan isimler lig tarihine büyük damga vuran oyuncular oldular. Nowitzki’nin neler yaptığını, Dallas Mavericks organizasyonunu nereden nereye taşıdığını bugün herkes biliyor. Tony Parker’ın San Antonio Spurs‘ün efsanevi dönemindeki yerini, Pau Gasol’ün Los Angeles Lakers‘ı ipten alışını… Herkes.
Dirk’ün taşıdığı takım bir kez finallerde kaybederken 2011’de “Heatles’ı” devirdi. Aynı Dirk, 2007’de lig tarihinin ilk Avrupalı MVP’si olarak kayıtlara geçmişti.
Zaman değişti, Avrupa liglerindeki yetenekler teknoloji ve ulaşımın da kaydettiği gelişmeyle illa kolejde oynayıp kendilerini kanıtlamak zorunda kalmadılar ve bu durum ilerledikçe kıtalararası alışveriş de artarak ilerledi. ABD halkı düzeyinde ya da oyuncuların bir kısmının nazarında Avrupa ligleri NBA’in yanında ciddiye alınmasa da dünyanın en rekabetçi basketbolunun nerede oynandığını profesyonellerin çoğu biliyor. Bu yüzden artık herkesin bildiği bu gerçeklikler NBA’in bugün önüne geçemediği bir durum oldu. Peki neden önüne geçsin ki?
Burada oyuncularının çok büyük çoğunluğu hatta neredeyse tamamı Amerikalı olan Amerikan Futbolu Ligi’nin (NFL) televizyon reytingleriyle NBA’in, hatta Beyzbol Ligi MLB’nin reytingleri arasında bazı karşılaştırmalar yapmak gerekir.
ABC, CBS, NBC ve FOX gibi büyük açık kanalların yayınladıkları NFL maçlarının NBA maçlarına oranla izleyici toplama bakımından büyük fark yaratıyor olması ligin kendi ülkesinde dahi izlenilirliğini katlaması açısından daha kat etmesi gereken çok yol olduğunun bir göstergesi. Bunun yeni bir durum olduğunu söylemek de pek iyi niyetli bir yaklaşım olmaz. Futbol her zaman daha çok izlenen bir spor olmuştur Amerika’da.
Super Bowl ve NBA Finalleri reytinglerini yalnızca açık kanallar üzerinden (ABD’de TNT ve ESPN gibi abonelik usulü spor kanallarının izleyicileri bu rakamlara dahil değil) giderek karşılaştıracak olursak aradaki fark yine açık seçik ortada. 2020 NBA Finalleri’nde oynanan 6 maç toplamda 52 milyon 130 bin kişi tarafından izlenirken 2 Şubat 2020 tarihinde -pandemi öncesinde olmasının ve tek gecelik bir organizasyon olmasının katkısı da büyük- düzenlenen Super Bowl LIV 148 milyon 500 bin toplam izleyiciye ulaştı.
Pandemi sürecini katmasak bile 2017 sonrasında NBA Finalleri’nin izlenme oranının çok düştüğünü rakamlarla iyice anlayabiliyoruz. “NBA kitlesi daha çok paralı yayınlar izliyor” gibi sallamasyon bir yaklaşım da üretemeyeceğimize göre TNT ve ESPN gibi kanalların rakamları dahil edildiğinde de bu durum peşimizi pek bırakmayacak.