by Alex Kennedy, Çeviri: Cem Doğan
Bu yazı Lamag‘da yayınlanmış olup uyarlanarak Türkçeye çevrilmiştir.
Jeremy Treatman (Lower Merion’dan asistan koçu):
Kobe’nin babası 1992’de İtalya’dan döndüğünde, bir Yahudi okulunda, kız basketbol takımının koçu oldu. O zaman ben de aynı okulun ikinci oğlan takımının koçuydum ve Kobe ara sıra uğrar, her iki takım da antrenman yaparken kendi kendine oynardı. Bir gün Joe’ya sordum: “Oğlunun basketbolcu olmaya niyeti var mı? Ne kadar iyi?” Şöyle yanıtladı: “Benim o yaştaki hâlimden daha iyi ve bu pek hoş değil.” “Joe, sen All-American olmuştun. 76ers’ta, Rockets‘ta, Clippers‘ta oynadın. İtalya’da iki kez MVP oldun.” Ne dedi, biliyor musunuz: “Valla sana şu kadarını söyleyeyim: Benim o yaşlarımla alakası bile yok.”
Sam Rines (Philadelphialı koç):
Delaware Shoot Out’a gittiğimi hatırlıyorum. Maç çoktan başlamıştı, gecikmiştim. Kenara oturmuş, o sıska çocuğa bakıyordum. “Bu kim ya?” Daha önce hiç görmemiştim. “Kobe o. Joe’nun oğlan” dediler. İzlemeye başladım. Uzun, zayıf bir çocuktu ama onda inanılmaz bir… buna ‘Jordan fiyakası’ diyorum. “Bu da ne şimdi? Çocuk, Jordan olmaya çalışıyor.” O gün daha 13 yaşındaydı ama ilk 6 üçlüğünü soktu. Yanıyordu.
Susan O’Bannon (Lower Merion Lisesi biyoloji öğretmeni ve rehber öğretmen):
Sahada sahip olduğuna benzer bir agresifliği yoktu. İkinci sınıfta havalı ve aklı başında biriydi. Çalışkandı, notları iyiydi; inanılmaz derecede saygılı bir genç adamdı. Aynı zamanda sınıfta varlığını isteyeceğiniz türden bir öğrenciydi çünkü soğukkanlı karakteri, diğer öğrencileri de sakinleştirmeye yardımcı oluyordu. Ergenlerle uğraşmak kolay değildir, ama o etraftayken, herkes Kobe gibi olmak istiyordu.
d
Donnie Carr (Philadelphialı emekli basketbolcu):
Kobe Bryant ismini ilk kez, Hoop Scoop dergisi onu, güneydoğu Philadelphia’nın en iyi 9. sınıf oyuncusu olarak tanıtınca duymuştum. Ben ise ikinci sıradaydım. Sonny Hill Ligi, şehirdeki tüm mahalleleri kapsıyordu. Kobe, Batı Philadelphia için oynuyordu; ben ise Güney Philadelphia için. O günlerde Kobe iki dizlik, iki dirseklik ve de gözlük takıyordu. O kadar atletik görünmeyen, uzun, sıska ve zayıf bir çocuktu; dürüst olmak gerekirse yanlamasına yavaştı. Bu yüzden onunla ilgili yaratılan havaya anlam verememiştim. Babasının adını duymuşluğum vardı. Kobe’ye karşı ilk kez oynadığımda “Herhalde babası yüzünden bu çocuğu abartıyorlar” diye düşünmüştüm. Bana her zaman basketbolda kısa olan adamın kazandığı öğretilmişti ve o eğilip bükülmekte zorlandığı için hareketlerini iyi kollayabilir, onu savunabilirdim. Ve yanlamasına iyi hareket edemediği için ona karşı sayı bulabiliyordum. İki yıl sonra ise vücudu gelişmiş, topa hakimiyeti artmıştı; yanlamasına artık daha çabuktu ve atletik olarak da daha iyiydi. 11. sınıfa geldiğimizde artık “Vay be, Kobe’nin ne yaptığını gördün mü?” dedirten şeyler yapıyordu.
John Linehan (Philadelphialı emekli basketbolcu, Bryant’ın AAU arkadaşı):
AAU maçlarında Kobe hücumda ya da savunmadayken, babası ayağa kalkıp İtalyanca bir şeyler söylerdi. Oyun durduğunda ona bakar ve duyduğunu belli ederdi. Ama kimse ne konuşulduğunu anlamazdı. Maçlardan sonra babası onunla İtalyanca konuşurdu ve birlikte oyunu analiz ederlerdi. Orada oturup tüm maçı İtalyanca ele alıyorlardı.
Sonny Vaccaro (Spor pazarlama yöneticisi):
ABCD Kampı, Amerika’daki en meşhur kamptı. Ben Nike’ta çalışırken, 1982 veya 83 gibi başlamıştı ve hangi şirketle çalışırsam çalışayım, devam etti. Birkaç gün içinde kampı açmaya hazırlanıyorduk ve çok iyi bir arkadaşım yanıma gelip, Joe Bryant’ın orada olduğunu söyledi — oğlu kampa katılabilir mi, bunu sormak istiyormuş. Jellybean Bryant, çalıştığım ilk ulusal lise All-Star maçı olan 1972’de oynanan Dapper Dan Roundball Classic’in MVP’siydi. Şimdi ise yıllardan 1994’tü, yıllardır onunla konuşmamıştım ve bir oğlu olduğundan haberim yoktu. Kobe, İtalya’dan dönmüştü ve ben bunu kesinlikle bilmiyordum, basketbol oynayıp oynamadığını da kimse bilmiyordu. Ama iyilik yapmanın zamanı olmaz. Kobe kampa geldiğinde tanınmıyordu. Lamar Odom ve Tim Thomas gibi oyuncular da oradaydı; oradan çıkıp All-Star olan 8-9 oyuncumuz vardı. Kobe kampta ilk ve ikinci yılını geçirenlerin All-Star maçına seçilmişti ki, bu büyük bir onurdur. Her neyse, Kobe daha sonra yanıma geldi ve “Özür dilerim Bay Vaccaro” dedi. “Niye özür diliyorsun? Kampın çaylağı olarak All-Star seçildin” dedim. Şöyle cevap verdi: “Seneye yine geleceğim ve kampın en iyi oyuncusu olacağım.”
Donnie Carr:
Lisedeki sevgilimle telefondaydım ve –o zamanlar Caller ID yok tabii– Kobe arıyordu. Lower Merion ve Roman Catholic liseleri aynı yaz liginde oynuyordu ve o yaz son sınıfa girerken, takımlar birbiriyle karşılaşmadan önce bazı oyuncularımız transfer olmuştu. Kobe’yi yanıtladım, şöyle diyordu: “Yah Davis yarınki maça geliyor mu?” Bunu sorduğu anda benim antenler açıldı. Arthur ‘Yah’ Davis, ülkenin en iyi 40 oyuncusundan biriydi ve takım arkadaşımdı. Şöyle diyordu Kobe: “Eğer yarın sen ve o maça gelirseniz, yani ben, sana ve ona karşı sahaya çıkmış olursam, muhtemelen kazanırız. Ama sadece sen oynayacaksan… oraya gelmeye değer mi bilmem, anladın?” Bende jeton geç düştü, “Ne diyor lan bu?” şeklinde ahizeye bakıyordum. Telefonu kapadım. O arada kız arkadaşımla konuştuğumu da unuttum. Kızkardeşim odaya daldı: “Ne oluyor ya?” Sesleri duymuş tabii. “N’olacak, yarın Yah maça gelmezse beni ezip geçecek.” Bana “Sakin ol” dedi, ben de “Hayır, yarın için sabırsızlanıyorum” dedim. Kolej basketbolundaki büyük koçların geleceğini bilmiyordum: Koç K, Rick Pitino, Bobby Knight, Steve Fisher. Kobe ve ben birbirimizi savunduk. Onun 36 sayı-12 ribaund-sekiz asisti varken, ben 29 sayı-9 ribaund-9 asist yapmıştım. Michael Jordan’ın Utah’ta, şampiyonluğu kazanmak için Bryon Russell’a karşı yaptığı hareketi hatırlıyor musunuz? Kobe o maçta aynısını yaptı. Omzunu aşağı indirip bana karşı crossover yaptı. Tıpkı Michael Jordan gibi. İşin komik yanı, Kobe o hareketi yapınca, aynı anda babasının da kenardan “İşte bu, aferin oğlum” demesiydi. Kobe devam etti ve şutu yolladı.
Maçın sonunda buldukları basket sayesinde bizi bir sayıyla yenmişlerdi. Hayal kırıklığı içerisinde kendimi yere bıraktım. Bana doğru geldi, yerden kaldırıp şöyle dedi: “Seni kızdırdığımı biliyorum ama sana karşı oynamayı seviyorum. En iyi hâlimi göstermemi sağlıyorsun ve bunu tekrar yapacağımızı biliyorsun.”
John Lucas (1994-96 yılları arası Philadelphia 76ers koçu, genel menajeri ve başkan yardımcısı):
Beş günlük bir yolculuğa yeni çıkmıştım ve karım bana “Nihayet senden daha iyi bir lise basketbolcusu gördüm” dedi. Eşim bana her zaman dünyadaki en iyi basketbolcu olduğumu söylerdi. Böylece onu ve çocukları alıp Kobe’ye izlemek üzere Philly’deki Palestra’ya gittik. Lisedeki ilk senesi olmalıydı. Salonun dışında babasını gördüm, ona gidip “Jellybean, buraya Kobe adında bir delikanlıyı izlemeye geldim” dedim. “Evet, benim oğlan” dedi.
Maçtan sonra Kobe’yi bizimle çalışması için 76ers’e çağırdım. Her sabah saat 6’da bize katıldı. Ben tesislere bir blok uzakta oturuyorum, o ise 3 km yol tepiyordu ama hiç ondan erken gelemedim.
O yıl draft ettiğim herkesi Kobe’yle birebir oynattım ve aralarında üçüncü sıradan seçtiğim Jerry Stackhouse isimli biri de vardı. Jerry bana gelip “Hangi pozisyonda oynayacak?” diye sormuştu. “Stack, çocuk henüz liseli.” [Gülüyor]
John Linehan:
Chester, vaktiyle orada oynayan oyuncular sebebiyle efsanevi bir okuldu. Lower Merion ise, Kobe oraya geldikten sonra aniden saygın bir takım hâline geldi. Ne zaman birbirimizle oynasak, maçlar savaş gibi geçti. İlk yılımızda Vilanova’da playoff’ta oynadık ve onları ezdik. 27 sayı fark attık. Kobe bunu uzun süre unutamadı. Tüm yaz bundan bahsetti. Son yılımızda, hiç unutmuyorum, bölge şampiyonluğu için onlarla oynayacaktık. Duş alıyordum, telefonu annem yanıtladı: “John, telefonda Kobe var.” Hemen çıktım, telefonu aldım ve onun “Haftaya sizi geberteceğiz” şeklindeki cümlelerine maruz kaldım. [Gülüyor] Yok artık. Yani, hiç şansları yoktu. Neyse uzatmayayım, geldiler ve bölge şampiyonluğu için bizi yendiler. Onlar ilk sıradaydı, biz ise ikinci sırada. Tüm maçları oynadık ve eyalet turnuvasına gidecek takımın belirleneceği maçta buluştuk. Kobe’den 5-6 kez top çaldım. Ama onu durdurmak imkansızdı. Bütün takımımız onu durdurmaya çalışıyordu. 39 sayı filan attı ve ona pek etki edemedik. Ve uzatmada bizi yendiler. Yani… [Gülüyor]
Sam Rines:
Normal bir çocuğun hayatını yaşamıyordu. Her zaman ciddiydi. Sanki gelmiş-geçmiş en iyi oyuncu olmak için ruhunu satmış gibiydi ve bunun bir bedeli vardı. Maça giderken kimseyle şakalaşmazdı — kulaklık yok, köşede top sektiriyor, esneme hareketlerini yapıp maça hazırlanıyordu. Muhtemelen koçluk yaptığım ve hayatımda gördüğüm en çalışkan oyuncuydu. Onunla Bellevue’de buluşur ve profesyonellere karşı nasıl oynadığını izlerdim. Son yılına giriyordu, herkes onunla profesyonel olma ihtimaliyle ilgili konuşuyordu ve henüz o kadar iyi değildi. Herkes onun hakkında farklı şeyler söylüyordu. Şehirdeki tüm profesyoneller Bellevue’ye gelirdi: Allen Iverson, Stackhouse, Aaron McKie, Eddie Jones. Ve Kobe muhtemelen oradaki en dominant oyuncuydu. Bir gün Vernon Maxwell’le eşleşti. Vernon o yaz Rockets tarafından serbest bırakılmıştı, yavaş yavaş emekli olma yolundaydı ve Kobe’nin onu yiyeceğini düşünüyordum. Hayır, tam tersi oldu. Kobe hiçbir şey yapamadı, çünkü Vernon yarı sahadan falan şut atıyordu ve kaçırmıyordu. Vernon işi biraz da kişiselleştirerek “Benimle uğraşamazsın genco!” dedi. Kobe de dönüp ona “Bu ligde işin yok, ihtiyar” diye cevap verdi. Kobe’nin hiç böyle konuştuğunu duymamıştım. Olayı kişisel almıştı. Bir keresinde onunla dalga geçmiştim ve yemin ederim, birkaç hafta benimle konuşmamıştı. [Gülüyor] Birkaç turnuvada hiç konuşmamıştık, çünkü Vernon’un ona söyledikleriyle ilgili alay etmiştim. Kobe işte.