Tanıklar Anlatıyor: Lise Döneminden NBA’deki İlk Yıllarına, Genç Kobe

04/Oca/21 14:28 Ocak 4, 2021

Mehmet Bahadır Akgün

04/Oca/21 14:28

Eurohoops.net

Kobe Bryant’ın gençlik yıllarına tanıklık edenler onu anlatıyor…

by Alex Kennedy, Çeviri: Cem Doğan 

Bu yazı Lamag‘da yayınlanmış olup uyarlanarak Türkçeye çevrilmiştir.

Jeremy Treatman (Lower Merion’dan asistan koçu):

Kobe’nin babası 1992’de İtalya’dan döndüğünde, bir Yahudi okulunda, kız basketbol takımının koçu oldu. O zaman ben de aynı okulun ikinci oğlan takımının koçuydum ve Kobe ara sıra uğrar, her iki takım da antrenman yaparken kendi kendine oynardı. Bir gün Joe’ya sordum: “Oğlunun basketbolcu olmaya niyeti var mı? Ne kadar iyi?” Şöyle yanıtladı: “Benim o yaştaki hâlimden daha iyi ve bu pek hoş değil.” “Joe, sen All-American olmuştun. 76ers’ta, Rockets‘ta, Clippers‘ta oynadın. İtalya’da iki kez MVP oldun.” Ne dedi, biliyor musunuz: “Valla sana şu kadarını söyleyeyim: Benim o yaşlarımla alakası bile yok.”

Sam Rines (Philadelphialı koç):

Delaware Shoot Out’a gittiğimi hatırlıyorum. Maç çoktan başlamıştı, gecikmiştim. Kenara oturmuş, o sıska çocuğa bakıyordum. “Bu kim ya?” Daha önce hiç görmemiştim. “Kobe o. Joe’nun oğlan” dediler. İzlemeye başladım. Uzun, zayıf bir çocuktu ama onda inanılmaz bir… buna ‘Jordan fiyakası’ diyorum. “Bu da ne şimdi? Çocuk, Jordan olmaya çalışıyor.” O gün daha 13 yaşındaydı ama ilk 6 üçlüğünü soktu. Yanıyordu.

Susan O’Bannon (Lower Merion Lisesi biyoloji öğretmeni ve rehber öğretmen):

Sahada sahip olduğuna benzer bir agresifliği yoktu. İkinci sınıfta havalı ve aklı başında biriydi. Çalışkandı, notları iyiydi; inanılmaz derecede saygılı bir genç adamdı. Aynı zamanda sınıfta varlığını isteyeceğiniz türden bir öğrenciydi çünkü soğukkanlı karakteri, diğer öğrencileri de sakinleştirmeye yardımcı oluyordu. Ergenlerle uğraşmak kolay değildir, ama o etraftayken, herkes Kobe gibi olmak istiyordu.

d

Donnie Carr (Philadelphialı emekli basketbolcu):

Kobe Bryant ismini ilk kez, Hoop Scoop dergisi onu, güneydoğu Philadelphia’nın en iyi 9. sınıf oyuncusu olarak tanıtınca duymuştum. Ben ise ikinci sıradaydım. Sonny Hill Ligi, şehirdeki tüm mahalleleri kapsıyordu. Kobe, Batı Philadelphia için oynuyordu; ben ise Güney Philadelphia için. O günlerde Kobe iki dizlik, iki dirseklik ve de gözlük takıyordu. O kadar atletik görünmeyen, uzun, sıska ve zayıf bir çocuktu; dürüst olmak gerekirse yanlamasına yavaştı. Bu yüzden onunla ilgili yaratılan havaya anlam verememiştim. Babasının adını duymuşluğum vardı. Kobe’ye karşı ilk kez oynadığımda “Herhalde babası yüzünden bu çocuğu abartıyorlar” diye düşünmüştüm. Bana her zaman basketbolda kısa olan adamın kazandığı öğretilmişti ve o eğilip bükülmekte zorlandığı için hareketlerini iyi kollayabilir, onu savunabilirdim. Ve yanlamasına iyi hareket edemediği için ona karşı sayı bulabiliyordum. İki yıl sonra ise vücudu gelişmiş, topa hakimiyeti artmıştı; yanlamasına artık daha çabuktu ve atletik olarak da daha iyiydi. 11. sınıfa geldiğimizde artık “Vay be, Kobe’nin ne yaptığını gördün mü?” dedirten şeyler yapıyordu.

John Linehan (Philadelphialı emekli basketbolcu, Bryant’ın AAU arkadaşı):

AAU maçlarında Kobe hücumda ya da savunmadayken, babası ayağa kalkıp İtalyanca bir şeyler söylerdi. Oyun durduğunda ona bakar ve duyduğunu belli ederdi. Ama kimse ne konuşulduğunu anlamazdı. Maçlardan sonra babası onunla İtalyanca konuşurdu ve birlikte oyunu analiz ederlerdi. Orada oturup tüm maçı İtalyanca ele alıyorlardı.

Sonny Vaccaro (Spor pazarlama yöneticisi):

ABCD Kampı, Amerika’daki en meşhur kamptı. Ben Nike’ta çalışırken, 1982 veya 83 gibi başlamıştı ve hangi şirketle çalışırsam çalışayım, devam etti. Birkaç gün içinde kampı açmaya hazırlanıyorduk ve çok iyi bir arkadaşım yanıma gelip, Joe Bryant’ın orada olduğunu söyledi — oğlu kampa katılabilir mi, bunu sormak istiyormuş. Jellybean Bryant, çalıştığım ilk ulusal lise All-Star maçı olan 1972’de oynanan Dapper Dan Roundball Classic’in MVP’siydi. Şimdi ise yıllardan 1994’tü, yıllardır onunla konuşmamıştım ve bir oğlu olduğundan haberim yoktu. Kobe, İtalya’dan dönmüştü ve ben bunu kesinlikle bilmiyordum, basketbol oynayıp oynamadığını da kimse bilmiyordu. Ama iyilik yapmanın zamanı olmaz. Kobe kampa geldiğinde tanınmıyordu. Lamar Odom ve Tim Thomas gibi oyuncular da oradaydı; oradan çıkıp All-Star olan 8-9 oyuncumuz vardı. Kobe kampta ilk ve ikinci yılını geçirenlerin All-Star maçına seçilmişti ki, bu büyük bir onurdur. Her neyse, Kobe daha sonra yanıma geldi ve “Özür dilerim Bay Vaccaro” dedi. “Niye özür diliyorsun? Kampın çaylağı olarak All-Star seçildin” dedim. Şöyle cevap verdi: “Seneye yine geleceğim ve kampın en iyi oyuncusu olacağım.”

Donnie Carr:

Lisedeki sevgilimle telefondaydım ve –o zamanlar Caller ID yok tabii– Kobe arıyordu. Lower Merion ve Roman Catholic liseleri aynı yaz liginde oynuyordu ve o yaz son sınıfa girerken, takımlar birbiriyle karşılaşmadan önce bazı oyuncularımız transfer olmuştu. Kobe’yi yanıtladım, şöyle diyordu: “Yah Davis yarınki maça geliyor mu?” Bunu sorduğu anda benim antenler açıldı. Arthur ‘Yah’ Davis, ülkenin en iyi 40 oyuncusundan biriydi ve takım arkadaşımdı. Şöyle diyordu Kobe: “Eğer yarın sen ve o maça gelirseniz, yani ben, sana ve ona karşı sahaya çıkmış olursam, muhtemelen kazanırız. Ama sadece sen oynayacaksan… oraya gelmeye değer mi bilmem, anladın?” Bende jeton geç düştü, “Ne diyor lan bu?” şeklinde ahizeye bakıyordum. Telefonu kapadım. O arada kız arkadaşımla konuştuğumu da unuttum. Kızkardeşim odaya daldı: “Ne oluyor ya?” Sesleri duymuş tabii. “N’olacak, yarın Yah maça gelmezse beni ezip geçecek.” Bana “Sakin ol” dedi, ben de “Hayır, yarın için sabırsızlanıyorum” dedim. Kolej basketbolundaki büyük koçların geleceğini bilmiyordum: Koç K, Rick Pitino, Bobby Knight, Steve Fisher. Kobe ve ben birbirimizi savunduk. Onun 36 sayı-12 ribaund-sekiz asisti varken, ben 29 sayı-9 ribaund-9 asist yapmıştım. Michael Jordan’ın Utah’ta, şampiyonluğu kazanmak için Bryon Russell’a karşı yaptığı hareketi hatırlıyor musunuz? Kobe o maçta aynısını yaptı. Omzunu aşağı indirip bana karşı crossover yaptı. Tıpkı Michael Jordan gibi. İşin komik yanı, Kobe o hareketi yapınca, aynı anda babasının da kenardan “İşte bu, aferin oğlum” demesiydi. Kobe devam etti ve şutu yolladı.

Maçın sonunda buldukları basket sayesinde bizi bir sayıyla yenmişlerdi. Hayal kırıklığı içerisinde kendimi yere bıraktım. Bana doğru geldi, yerden kaldırıp şöyle dedi: “Seni kızdırdığımı biliyorum ama sana karşı oynamayı seviyorum. En iyi hâlimi göstermemi sağlıyorsun ve bunu tekrar yapacağımızı biliyorsun.”

John Lucas (1994-96 yılları arası Philadelphia 76ers koçu, genel menajeri ve başkan yardımcısı):

Beş günlük bir yolculuğa yeni çıkmıştım ve karım bana “Nihayet senden daha iyi bir lise basketbolcusu gördüm” dedi. Eşim bana her zaman dünyadaki en iyi basketbolcu olduğumu söylerdi. Böylece onu ve çocukları alıp Kobe’ye izlemek üzere Philly’deki Palestra’ya gittik. Lisedeki ilk senesi olmalıydı. Salonun dışında babasını gördüm, ona gidip “Jellybean, buraya Kobe adında bir delikanlıyı izlemeye geldim” dedim. “Evet, benim oğlan” dedi.

Maçtan sonra Kobe’yi bizimle çalışması için 76ers’e çağırdım. Her sabah saat 6’da bize katıldı. Ben tesislere bir blok uzakta oturuyorum, o ise 3 km yol tepiyordu ama hiç ondan erken gelemedim.

O yıl draft ettiğim herkesi Kobe’yle birebir oynattım ve aralarında üçüncü sıradan seçtiğim Jerry Stackhouse isimli biri de vardı. Jerry bana gelip “Hangi pozisyonda oynayacak?” diye sormuştu. “Stack, çocuk henüz liseli.” [Gülüyor]

John Linehan:

Chester, vaktiyle orada oynayan oyuncular sebebiyle efsanevi bir okuldu. Lower Merion ise, Kobe oraya geldikten sonra aniden saygın bir takım hâline geldi. Ne zaman birbirimizle oynasak, maçlar savaş gibi geçti. İlk yılımızda Vilanova’da playoff’ta oynadık ve onları ezdik. 27 sayı fark attık. Kobe bunu uzun süre unutamadı. Tüm yaz bundan bahsetti. Son yılımızda, hiç unutmuyorum, bölge şampiyonluğu için onlarla oynayacaktık. Duş alıyordum, telefonu annem yanıtladı: “John, telefonda Kobe var.” Hemen çıktım, telefonu aldım ve onun “Haftaya sizi geberteceğiz” şeklindeki cümlelerine maruz kaldım. [Gülüyor] Yok artık. Yani, hiç şansları yoktu. Neyse uzatmayayım, geldiler ve bölge şampiyonluğu için bizi yendiler. Onlar ilk sıradaydı, biz ise ikinci sırada. Tüm maçları oynadık ve eyalet turnuvasına gidecek takımın belirleneceği maçta buluştuk. Kobe’den 5-6 kez top çaldım. Ama onu durdurmak imkansızdı. Bütün takımımız onu durdurmaya çalışıyordu. 39 sayı filan attı ve ona pek etki edemedik. Ve uzatmada bizi yendiler. Yani… [Gülüyor]

Sam Rines:

Normal bir çocuğun hayatını yaşamıyordu. Her zaman ciddiydi. Sanki gelmiş-geçmiş en iyi oyuncu olmak için ruhunu satmış gibiydi ve bunun bir bedeli vardı. Maça giderken kimseyle şakalaşmazdı — kulaklık yok, köşede top sektiriyor, esneme hareketlerini yapıp maça hazırlanıyordu. Muhtemelen koçluk yaptığım ve hayatımda gördüğüm en çalışkan oyuncuydu. Onunla Bellevue’de buluşur ve profesyonellere karşı nasıl oynadığını izlerdim. Son yılına giriyordu, herkes onunla profesyonel olma ihtimaliyle ilgili konuşuyordu ve henüz o kadar iyi değildi. Herkes onun hakkında farklı şeyler söylüyordu. Şehirdeki tüm profesyoneller Bellevue’ye gelirdi: Allen Iverson, Stackhouse, Aaron McKie, Eddie Jones. Ve Kobe muhtemelen oradaki en dominant oyuncuydu. Bir gün Vernon Maxwell’le eşleşti. Vernon o yaz Rockets tarafından serbest bırakılmıştı, yavaş yavaş emekli olma yolundaydı ve Kobe’nin onu yiyeceğini düşünüyordum. Hayır, tam tersi oldu. Kobe hiçbir şey yapamadı, çünkü Vernon yarı sahadan falan şut atıyordu ve kaçırmıyordu. Vernon işi biraz da kişiselleştirerek “Benimle uğraşamazsın genco!” dedi. Kobe de dönüp ona “Bu ligde işin yok, ihtiyar” diye cevap verdi. Kobe’nin hiç böyle konuştuğunu duymamıştım. Olayı kişisel almıştı. Bir keresinde onunla dalga geçmiştim ve yemin ederim, birkaç hafta benimle konuşmamıştı. [Gülüyor] Birkaç turnuvada hiç konuşmamıştık, çünkü Vernon’un ona söyledikleriyle ilgili alay etmiştim. Kobe işte.

Κόμπι

Donnie Carr:

O zamanlar ben en iyi 30 oyuncunun arasındaydım, Kobe ise ülkedekş en iyi 3. oyuncuydu ve NBA tarafından düzenlenen All-American kampına katılacaktık. Ülkedeki en iyi 50 oyuncu gelecekti. Bize sundukları tek şey, hayranlardı — televizyon falan yasaktı, çünkü oradaki amaç, organizasyona gelenlerle arkadaş olmak ve bağ kurmaktı. Girişimizi yaptık, kimliklerimizi aldık ve Kobe’yle birlikte Princeton Üniversitesi’ndeki yurda dönüyorduk. Şöyle dedi: “Adamım olduğunu biliyorsun ama ben buraya arkadaşlık kurmak için gelmedim. Şu anda bana ülkedeki en iyi 3. lise oyuncusu diyorlar. Kimsenin benim kapımı çalmasını istemiyorum. Maç vakti gelene dek odamdan çıkmayacağım.” Odada ne yaptığını bilmiyorum — mekik, şınav, meditasyon? Ama tam olarak bunları söyledi. Maça kadar odasından dışarı çıkmadı. Kamptaki herkesi bitirdi. Şampiyonluğu kazandı. MVP oldu. Ve oradan ülkenin bir numarası olarak ayrıldı.

John Lucas:

Sonraki sezonda onu tüm maçlarımıza davet ettim ve o da geldi. Ve onu Michael Jordan ile tanıştırdım. Bulls‘a kaybettiğimiz maçın ardından Michael’la bir dakika konuşmasını sağladım. Michael’a doğru gidip “Merhaba, Bay Jordan” demesini hiç unutmayacağım. Ona şöyle demiştim: “Kobe, eğer önümüzdeki sezon profesyonel olursan, ona Bay Jordan diyemezsin.”

Jeremy Treatman:

O zamanlar şöyle telefonlar gelirdi: “Merhaba, ben Detroit Pistons‘tan bilmem kim.” Sosyal medya çağından önce böyleydi. Birçok NBA takımı istatistikler için aramaya başladı: “Evet, 31 sayı attıç Üstüne 12 ribaund, 8 asist, 3 blok ve 3 top çalma.” Ezberledim artık. “Evet, 2625 sayısı var. Muhtemelen bir ara Wilt Chamberlain’ın rekorunu kıracak.” Kobe’yi otobüse bindirip indirmek, takımın otele girmesini sağlamak ve çıkarmak gibi şeylerle de uğraşıyorduk. Çok sayıda hayran vardı. Bruce Springsteen bizim takımdaymış gibi hissediyordum. Onun hiç acelesi yoktu. Ama insanların ilgisi büyüktü. Çok uzun kuyruklar vardı. Dışarıda biletler havada uçuşuyordu. Palestra’daki Coatesville maçında 1000 kişi dışarıda kalmıştı. Eyalet şampiyonası maçı, devasa bir salonda oynandı. Böylece herkesi içeri aldılar ama bu kez de biletler tükendi.

Mike Harris (Kobe’nin ilk temsilcisi):

Bir gün, gece yarısı olmalı, bisikletle bana geldi. Annem “Kobe kapıda” diye seslendi. Şöyle diyordu: “Yarın okuluma gelmeni istiyorum, çünkü üniversiteye gitmeyeceğim. Doğrudan profesyonel olacağım.” “Peki ne giyeceksin?” dedim. “Babamın takım elbiselerinden birini” dedi. Babasının takımlarından birini giydi ve –biraz büyük geliyordu ama o günlerde böyle giyinilirdi zaten– New York’ta falanca oyuncudan gördüğü gibi güneş gözlüğünü kafasına takmıştı. İşte basın toplantısına bu şekilde çıkmıştı.

Jeremy Treatman:

1996’da liseden direkt NBA’e geçişini açıklamak için düzenlenen basın toplantısı için yardımcı oldum. New York bölgesindeki ve civardaki tüm basın kuruluşlarını aramış olmalıyım, bazı ulusal çapta gazetecileri de belki. Kobe ve koç Gregg Downer’ın yanında oturuyordum. Lower Merion’dan Tom McGovern’in, bunun doğru ya da yanlış seçim olmadığını, yalnızca Kobe’nin seçimi olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. Sonra Kobe geldi ve “Yeteneklerimi NBA’e taşımaya karar verdim” dedi. Çok tezahürat aldı çünkü birçok öğrenci de oradaydı. Ama onu erkenden eleştirenler de vardı. Philadelphia’dan birçok kişi bunun doğru karar olmadığını düşünüyordu. Kobe, liseden NBA’e geçiş yapan ilk guard olması açısından bir ilke imza atıyordu. Yani karşımızdaki, para için, zor koşullardan, ya da üniversiteye alınmayacağı için NBA’e geçiş kararı alan birisi değildi. Bu adam istediği herhangi bir üniversiteye, kendi meziyetleriyle, akademik başarısı ile girebilirdi. Üç dil biliyordu, SAT puanı ve notları çok iyiydi. Basketbol oynamıyor olsa Duke’a girerdi.

Sonny Vaccaro:

Kobe son sınıftan öncei yaz ABCD Kampı’na tekrar geldi ve oradan MVP olarak ayrıldı. O zamanlar Adidas sponsorumuzdu ve Adidas o zamanlar, Nike ile aynı seviyeye çıkma peşindeydi. Adidas’ı yöneten kişiler beni bir yıllığına New York’a yolladılar. Adidas’ın ilk ulusal yüzü olacak oyuncuyu arıyordum ve bu Kobe oldu. Adidas’ın ne kimsesi, ne de parası vardı. Bir milyonları vardı ve onu da Kobe’ye verdim. Tüm bahsi onun üstüne yaptık. Her şeyi.

Susan O’Bannon:

Liseden sonra NBA’e geçme kararını almasının ardından mezuniyet balosunun sıradan olmayacağını biliyorduk. Brandy’yi getireceğini anladığımız zaman baloya ne kadar kaldığını hatırlamıyorum ama bunun dikkat çekecek bir mesele olduğunun farkındaydık.

Mike Harris:

Kobe’yle ilk çalışmaya başladığımda onu Essence Ödülleri’ne götürmüştüm. İnsanlar onu yavaş yavaş tanımaya başladı tabii, o arada kendi programı olan bir spor spikeri de onu gördü. Kobe’ye şöyle dedi: “Bence okuluna geri dönmelisin. Liseden NBA’e gelen son oyuncu Kevin Garnett’ti ve onun da boyu 2.10’du.” Eğer Kobe’nin çevresinden biriyseniz, erken yaşta özgüven sahibi olduğunu bilirsiniz. Şu ufak sırıtışını gösterdi ve sonra ordövr tabağını alıp partiye devam etmek üzere yürüyüp gitti. Adam bana şöyle dedi: “Balosuna kafa yormalı.” Ona kızmadım ama. Bana bir fikir verdi çünkü.

Susan O’Bannon:

Balodan belki 1-2 hafta öncesinde muhabirler bizi aramaya başlamıştı. Onları bizim ofislerimize yerleştirmeye çalıştılar, sınıflara erişimlerine izin verilmedi fakat ara ara gelirlerdi. Ve şu tip şeyler soruyorlardı: “Şey, bunlar size engel olmuyor, değil mi?” Yani, bunu söylerken dersimi bölmüş olması epey sinir bozucuydu aslında. [Gülüyor]

Mike Harris:

Şarkıcı Monica ve onun temsilcileriyle arkadaştım. Bazı hit şarkıları vardı ve gerçekten çekici birisiydi. Ama Kobe’nin gözü Brandy’deydi. Ona aşıktı. O anda ne yapıyorsak yapalım, şöyle derdi: “Benim eve gidip Moesha’yı izlemem gerek.” “Ha, şu diziyi mi diyorsun?” dedim. “Brandy’yi getirebilir misin?” diye sordu “Tamam” dedim. Zamanında Boyz II Men için çalışmıştım ve o gruptan Wanya Morris, Brandy ile gizlice buluşuyor ve onun için çalışıyordu. Essence Ödülleri için gittiğimizde Kobe ve ben bir otel odasındaydık; Brandy’nin Wanya ile koridorun sonundaki odada olduğunu biliyordum. Wanya’ya geleceğimizi söyledim ama Kobe’ye bunu çaktırmadım. Sonra gittiğimizde onu takdim ettim: “Merhaba, sizi birlikte çalıştığım Kobe’yle tanıştırayım.” Ben Wanya’ya bir şeyler fısıldarken o Brandy’yi gördü ve Wan, Brandy’ye balo hakkında soru sormamı söyledi. Sordum: “Şey, anneme sormam gerekiyor.” Annesi Bayan Norwood’u tanıyordum, ve tabii ki Kobe’nin annesi Pam’i da gayet iyi tanıyordum. Wan dedi ki, onları tanıştıralım ve bu iş hallolsun. Odamıza döndüğümüzde Kobe çıldırmış durumdaydı. Üstüme atladı, yatakta zıpladı. “Aman tanrım, Brandy’ydi o! İnanamıyorum! Aman tanrım! Aman tanrım!” Onunla tanıştığı için cennette gibi hissediyordu. Bu yüzden bunu yapmalıydım.

Susan O’Bannon:

Herhangi bir baloya giderken belirli bir çılgınlık unsuru vardır ancak Bellevue Oteli’nin önünde o kadar çok basın mensubu ve paparazzi vardı ki, öğrencileri, yanlarındaki kişileri ve herkesi yan kapıdan almak zorunda kaldık. Kobe, Brandy’yle gelene kadar kesinlikle yüksek seviyede bir beklenti vardı.

John Lucas:

O baloya kızım ve Kobe’nin lise arkadaşı olan kavalyesi, Kobe ve Brandy ile birlikte gitmişti. Kobe tüm balo fotoğraflarını bizim evde çekti. Karım biraz sinir oldu çünkü Brandy’nin korumaları vardı ve Brandy’nin annesi fotoğraf istemiyordu. Eşimin şöyle demesini hiç unutamam: “Ah, hayır, bu özel bir gece.” [Gülüyor]

Mike Harris:

Limuzinle gelişlerini izlemiştim. Kobe her zamanki Kobe’ydi. “Olması gereken bu” der gibi sakindi. Şu anda hâlâ onun traşlı küçük kafasını görür gibiyim. Bir balo kıyafeti giymişti ve esas oğlan benim der gibi yürüyordu.

Susan O’Bannon:

Ben koridorda, bilet masasının oralardaydım ve herkesin doğru yerde olup olmadığını kontrol ediyordum. Kobe içeri girdiğinde adeta üstüne çullandılar. O ve Brandy, fotoğraflarını çekmek isteyen insanların saldırısına maruz kaldılar — ben de onlardan biriydim. Sanki kraliyet ailesi üyesi gibiydiler.

Sanki herkes bu ünlü çiftin gelmesini bekliyordu ve geldiklerinde de havada bu elektrik vardı. Herkes ya Kobe’ye ya da Brandy’ye bakıyor ve/veya onlara bakmamaya çalışıyor, “Ah, biz iyiyiz. Etraftaki yıldızlara dikkat etmemize gerek yok” havalarına giriyordu.