By Brendan Marks & CJ Moore – Çeviri: Arma Kaynar / info@eurohoops.net
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı TheAthletic’te yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
Tarihin en iyi basketbolcularından birisi şansa keşfedilmişti.
1992 yazında Wake Forest mezunu Chris King, birkaç NBA Draftına girecek oyunuyla birlikte Virgin Adaları’nı ziyaret ediyordu. King, Winston-Salem’e döndüğünde takımın koçu Dave Odom, seyahati hakkında onunla görüşmek istedi.
“İlgimizi çekebilecek kimseyi görmedin mi?” diye sormuş Odom. King de ona uzun, ince bir çocuk gördüğünü ama ismini bilmediğini söylemiş.
Odom, daha sonra ekibinde çalışanlara Virgin Adaları’nda kimseyi tanıyıp tanımadığını sormuş. Yardımcı koç Larry Davis, Tim Duncan isminde bir genç tanıdığını söylemiş.
Geçtiğimiz günlerde St. Croix çıkışlı o çocuk, Basketbol Şöhretler Müzesi’ndeki yerini aldı. Kariyeri boyunca 2 kez All-American, Kolejde Yılın Oyuncusu seçilen Duncan, 5 NBA şampiyonluğu kazanırken 2 MVP ödülü aldı ve 15 kez de All-Star seçildi.
Bu macera Odom, King’in gizli bir cevheri bulup bulmadığını anlamak için Virgin Adaları’na seyahat ettiğinde başlamıştı.
Dave Odom: Pazar günleri adadaki herkes bir sahada toplanırdı. O esnada Duncan sahaya çıktı ve biraz şut attı. Daha sonra güçlü bir kona sesi duydum. Yanımdakilere bu sesin ne olduğunu sordum ve bana Hess Oil’ın çıkış zili olduğunu söylediler. Onlar sahaya gelene kadar oynamaya başlamıyorlardı. Orada birçok genç oyuncu vardı ve adadaki en iyi oyuncuların bir kısmı da Hess Oil’deydi. Hepsi sahaya gelmek için sabırsızlanıyordu çünkü bir koçun onları izlemeye geleceğini duymuşlardı.
Daha sonra oyuncular ısınmak için sahaya çıktı ve Tim de gelip benim yanıma oturdu. Ona “Tim, ne yapıyorsun? Bu kadar yolu seni izlemek için geldim.” dedim. O da bana “Koç, eğer şu an sahaya çıkarsam beni en kötü takıma koyarlar ve kazanamayabiliriz. Eğer kazanamazsak sonraki 1 saat boyunca kenarda otururum ve beni izleyemezsin. Ancak bekleyip daha iyi oyuncuların olduğu takıma gidersem daha fazla oynarım ve sen de beni daha fazla izlersin.” dedi. Daha sonrasında da aynen bu söyledikleri oldu.
O zaman sadece 16 yaşındaydı. Bu kadar yüksek bir farkındalığa sahip olması beni etkilemişti. Diğer çocuklar, heyecanla sahaya çıkıp boyunun ölçüsünü alırdı. Ancak Tim, bana bir amacı olduğunu ve buna uygun şekilde hareket ettiğini göstermişti.
Randolph Childress, guard: Bir sabah telefonum çaldı ve takıma gelebilecek genç bir oyuncuyu şehre getirdiklerini, beni de onunla kahvaltı yapmak için beklediklerini söylediler. Ben de çocuğun kim olduğunu sorduğumda Virgin Adaları’ndan geldiğini söylediler. Ben de onlara Virgin Adaları’nda basketbol oynayan kimsenin olmadığını ve benim yerime başkasını bulmalarını söyledim.
Jerry Wainwright, asistan koç: Bizi ziyarete geldiğinde ona neler düşündüğünü sordum. O da bana cevap olarak “Sanırım buraya geleceğim.” dedi.
Childress: Tim’in sınıfında sürekli Ricky Peral ve Makthar Ndiaye’nin isimlerini duyuyorduk. Makhtar, ülkenin en iyi lise takımında oynuyordu. Daha önce Jerry Stackhouse ve Jeff McInnis gibi oyuncularla oynamıştı o yüzden ondan beklenti çok fazlaydı. İnsanların “Timmy hemen hazır olmayacaktır. O seviyeye gelene kadar zaman geçmesi gerekecektir.” dediğini hatırlıyorum.
Ricky Stokes, asistan koç: Tim, o dönemde bir dipnottan fazlası değildi.
Wainwright: İlk başlarda Tim’i ilk sezonda oynatmamayı bile düşündük.
Tony Rutland, guard: Wake Forest’a ilk resmi ziyaretimi gerçekleştirdiğimde çaylak oyuncuların kaldığı yurtları bana göstermişlerdi. Tim, lobide tek başına oturmuş dondurma yiyordu. Bana onu gösterip “Kilo alması gerekiyor.” demişlerdi.
Makhtar Ndiaye, pivot: Wake’teki ufak sahada kendi aramızda maç yapıyorduk. Bir gün Randolph geldi ve “Çaylağı takımıma alacağım.” dedi. Ben, Randolph Childress, Ricardp Peral, Tim ve sanırım Barry Canty ya da Stacey Castle vardı. O gün bizi kimse yenemedi. Gerçekten, salondaki herkesi darma duman etmiştik. O günden itibaren Tim’in özel bir oyuncu olabileceğini düşünmeye başlamıştım.
Lynne Heflin, idari asistan: Randolph Childress bir gün bana geldi ve “Duncan’ı ilk sene oynatmamayı bence tekrar düşünmelisiniz.” dedi.
Wainwright: Randolph, profesyonel oyuncu olmadığı sürece başka hiçbir oyuncu hakkında hoş bir şey söylemezdi.
Marc Blucas, guard: Duncan her şeyi çok hızlı öğreniyordu. İlk yılında inanılmaz gelişmişti.
Jerry Stackhouse, North Carolina guardı: Tim’in birçok blok yaptığını, ellerinin hızlı olduğunu bu sayede toplara müdahale ettiğini ve ribauntları çekebildiğini biliyorduk. Tim ile ilk kez sahada karşılaştığımızda Rasheed Wallace’ı bloklamıştı ve o seneki ilk kötü maçını oynamasını sağlamıştı. Sheed’in da maçta etkili olduğunu anlar oldu ama Tim bambaşka bir seviyedeydi.
Ernie Nestor, asistan koç: Ted Turner, Goodwill Games isimli bir organizasyonun parçası olmuştu. Mini Olimpiyatlar gibi bi şey düzenliyorlardı. Amerika’nın da organizasyonda bir takımı vardı ve koçluğunu George Raveling yapıyordu. Beni Temmuz ayında aradı ve “Kadronuzda çaylak bir uzun varmıştı. Bizimle antrenman yapmak için birkaç haftalığına buraya gelebilir mi? Kadromuzda uzun oyuncu yok.” dedi. Tim o esnada adadaydı ve bunu ona sorduğumuzda katılabileceğini söyledi. Antrenmanlara katıldıktan 2 gün sonra bizi aradılar ve “Rusya’ya da bizimle birlikte gelse olur mu? O gerçekten çok iyi” dediler. Daha sonra takımla beraber Rusya’ya gidip Goodwill Games’te oynadı.
Daha sonra Amerika’ya döndüler ve Dream Team 2 ile hazırlık maçları yaptılar. Shaq’ın karşısına çıkıyordu. Onu izlemek için Oakland’a gitmiştik. Saha kenarında oturarak maçı izlemiştik. Tim, maçta Shaq’ı 2 kez bloklamıştı. O anı hala hatırlıyorum. Shaq bloktan sonra etrafına bakıp onu kimin durdurduğunu anlamaya çalışıyordu.
Herman Eure, bioloji profesörü: Tim çok komik birisiydi.
Childress: Sarkastik bir yapısı vardı. Ukalaca yaptığı yorumlar asla bitmezdi.
Deborah Best, psikoloji profesörü: Mesafeli stand-up’çılardan birisi olabilirdi.
Blucas: Onun olayı zaten buydu. Robert De Niro’yu Meet the Parents ya da Goodfellas’da izlediniz mi? O kadar beklenmedik anlarda şaka yapıyordu ki daha da komik hale geliyordu.
Tracy Connor, Duncan’ın arkadaşı/Wake Forest kadın basketbol takımının yıldızı: Koç Odom eskiden bizi eşleştirirdi. Tim buna bir türlü inanamazdı.
Blucas: St. Croix’tayken şnorkel kullanmayı öğrenmişti ve adeta bir balık gibiydi. Kolejdeyken sporcu olduğum için her şeyi yapabileceğimi düşünüyordum. Şnorkel konusunda da gayet tecrübeli olduğumu düşünüyordum. Daha sonra Tim beni adeta mahvetmişti. O esnada ben bir deniz kestanesinin üzerine bastım. Tim bana “Onun üzerine işemen gerekiyor.” dedi. Ben buna inanmamıştım ve bana yalan söylediğini düşünmüştüm. Ancak Tim gayet ciddiydi ve bana bunun bilimsel açıklamasını yaptı. Daha sonra “ister inan ister inanma, ama seninle dalga geçmiyorum.” dedi. Daha sonra gülerek “İstersen ben yapabilirim.” diye ekledi.
Blucas: “Jane Austen Book Club” isimli bir filmin çekimleri için seçmelere girecektim. Filmde Emily Blunt’ın kocasını oynayacaktım. Emily de hayatı boyunca hiç Fransa’ya gitmemiş bir Fransızca öğretmenini canlandırıyordu. Sonunda Fransa’ya gitme şansı yakaladıklarında Spurs, NBA Finallerine kalıyordu ve benim karakterim de Paris seyahatini maça gidebilmek için iptal etmeye çalışıyordu. O esnada “Merak etme, eğer Tim Duncan’a yıldırım çarpmazsa Spurs seriyi 4 ya da 5 maçta bitirecektir.” cümlesini kuruyordu.
Tim benim en yakın arkadaşımdı. Bu yüzden onu aradım ve senaryoyu okumaya başladım. Tim’e, seçmelere gittiğimde onunla arkadaş olduğumu söyleyeceğimi ve bunu işi alabilmek için kullanacağımı söyledim.
Daha sonra işi aldım ve yapımcılara “Tim benim arkadaşım. Karakterimi Spurs taraftarı yapsak olmaz mı?” diye sordum. Daha sonra Tim, filmde oynadığım karakterin adı olan Dean için bir forma imzaladı ve bunu da karakterimin ofisine yerleştirdik. Tim, NBA’den izin almamız için filme de yardımcı oldu. Daha sonra çekimlere başladığımızda Duncan ile uğraşmak istediğimi ve kamera arkasında bile olsa kullanabileceğimiz bir şeyler çekmek istediğimi söyledim. Yapımcılar da bunu kabul etti. Ben de az önce bahsettiğim sahneyi çekerken 30 saniye boyunca Duncan’ın oyun tarzıyla dalga geçtim.
Birkaç ay sonra Duncan, şehre geldiğinde ona filmin benim onun oyunuyla dalga geçtiğim versiyonunu izlettik. İzledikten sonra Duncan’ın suratını görmeniz gerekiyordu. Bana baktı ve “Seni pislik” dedi. Daha sonra bana doğru yaklaştı ve bugüne kadar onun ağzından duyduğum en acayip cümlelerden birisini söyledi. “Ben zenginim, sabırlıyım. Bunun intikamını alacağım. Ne kadar beklemem gerekirse gereksin bunun intikamını alacağım. Ama şimdilik sen kazandın.”
Best: Tim eskiden benim evime gelir ve oğlumla zaman geçirirdi. Odanın köşelerine ufak kaleler kurup savaş oyunları oynarlardı.
Scott: Tim, zamanını eğlenerek geçirmekten başka bir şey istemiyordu. Eğer ondan bir şey isterseniz yardımcı olmak için elinden geleni yapardı.
Matt Simpson, guard: Video oyunlarını çok severdi. Eskiden “Coach K College Basketball” oyununda sürekli kapışırdık. Oyunda Wake Forest da olduğu için ikimiz de aynı takımı alıp birbirimizle maç yapardık.
Rusty LaRue, guard: “Mortal Kombat” favori oyunlarından birisiydi.
Wainwright: Ping-pong’ta da çok iyiydi. 2.08 boyunda olmasına rağmen çok rahat hareket edebiliyordu. Skor tutulan her şeyde kazanmak için oynardı.
Blucas: Birkaç yıl önce Tim, asistan koçluk yaparken ben de Atlanta’da bir film çekiyordum. Onu arayıp “Bu akşam maçın olduğunu biliyorum ama bir arkadaşım Suicide Squad 2’nin setinde çalışıyor. Sete gelmek ister misin?” diye sordum. O da bana bunu çok isteyeceğini söyledi.
Duncan’ın şampiyonluklar kazandıktan, finaller kaybettikten, birçok hayal kırıklığı yaşadıktan sonra etrafında bulundum. Tim’in hissedebileceği bütün duygulara şahit olduğumu düşünürdüm. Onu bu kadar heyecanlı gördüğümü hatırlamıyorum.
Connor: O hala kocaman bir çocuk. Şakalaşmaktan, video oyunları oynamaktan her zaman çok keyif aldı. Şu anda evinin bir oyun alanından farkı yok. Bir çocuk gibi yaşamaya çalışıyor.
Joseph Amonett, guard: Tim, herhangi bir seviyede hepimizin beraber oynadığı en iyi oyuncuydu. Aynı zamanda beraber oynadığımız en iyi takım arkadaşıydı da.
Simpson: İlk günden itibaren bana sürekli olarak bir dengiymişim gibi davrandı.
Ken Herbst, forvet: Koç Odom, bana takıma girdiğimi söyledikten hemen sonra soyunma odasına girdiğimde orada oturan tek kişi Tim’di. Soyunma odasındaki dolabını kurcalıyordu. Daha sonra bana baktı ve “Ben Tim Duncan” dedi.
Bunun A.B.D. Başkanı’nın kendisini tam ismini söyleyerek tanıtmasından farkı yoktu. Kampüsteki herkes Tim Duncan’ın kim olduğunu biliyordu. Ancak Duncan o dönemde ya ne kadar ünklü olduğunun farkında değildi ya da bunu umursamıyordu.
Wainwright: Duncan her zaman vücut diline çok önem veren birisi olmuştu. Bu yüzden takım arkadaşı olarak maçlarda Duncan’ın vücut dilinden çok etkileniyordum. Kocaman ellerini omzunuza koyardı ve size destek olurdu. Defalarca maçlarda ve antrenmanlarda yanıma gelip “Koç merak etme, her şey yolunda gidecek” demişliği vardı.
Ben ondan 40 yaş daha büyüğüm ama Duncan’ın sözlerini duyduktan sonra içim rahatlardı.
Rutland: O kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemezdi.
Odom: Bir gün University of Massachusetts ile oynuyorduk. Rakibin koçluğunu John Calipari yapıyordu ve kadrolarında MArcus Camby vardı. Bu çok önemli bir maçtı. Camby de Duncan da pek iyi maçlar çıkarmadı ve ufak bir farkla karşılaşmayı kaybettik. Maçtan sonra medyanın Duncan’ın üzerine gideceğini bildiğim için endişeliydim.
Maçtan sonra medya mensupları teker teker Duncan’a sorular sordu ve o da gayet kibarca cevaplar verdi. Medya mensupları gittikten sonra soyunma odasında ikimiz kaldık. Büyük olasılıkla 30 saniye süren ama ikimize de 15 dakika gibi hissettiren bir sessizlik oldu. Ben hiçbir şey söylemedim. Duncan’ın kendisini çok kötü hissettiğini ve bir şeyler söyleyeceğini biliyordum. Daha sonra kafasını kaldırdı ve gözlerimin içine bakarak “Beni hala seviyor musun?” diye sordu. “Tim, bu sadece bir maçtı. İyi oynamadın evet ama sadece bir maçtı. Bu senin kariyerini tanımlayacak bir şey değil.” cevabını verdim.
Blucas: Her zaman yükü çekmesi gereken parça olduğunu düşünüyordu. Takımdaki herkesin rolleri belliydi. Ben rolümü yerine getirmediğim zaman takım arkadaşlarımı hayal kırıklığına uğratıyordum. Tim olaya tamamen bu bakış açısıyla bakıyordu. Bu normalde rol oyuncularının sahip olduğu bir zihniyettir, yıldız isimlerin değil. Ancak Duncan, başarısızlıklarının yükünü arkadaşları ve ailesi için çekmekten hiçbir zaman kaçmadı. Etrafındaki insanları hayal kırıklığını uğratmak istemiyordu bu yüzden k*çını yırtana kadar çalıştı.
Amonett: Takımın nabzına her zaman hakim olurdu. Üniversitedeki ikinci yılımda Noel zamanı kız arkadaşıma evlenme teklif edecektim. Tim’in bu planımdan haberi vardı. Koç, tatil döneminde İspanya’ya gidip hazırlık maçı oynamamızı istiyordu. Bu da benim planlarımın önüne geçiyordu.
Daha sonra koç benim yanıma geldi ve “Takım arkadaşlarından Noel tatilinde evlenme teklifi edeceğini duydum.” dedi. Daha sonra “Aslında hazırlık maçı için İspanya’ya gitmeyi planlıyorduk ama bunu iptal edip hepinizin evinize gitmenize izin vereceğiz.” dedi. Koça bunu kimin söylediğini hala bilmiyorum ama Tim olduğuna eminim.
Blucas: Bir akşam Clemson ile oynuyorduk. Kadrolarında Sharone Wright isimli dev gibi bir oyuncu vardı ve bir pozisyonda beni yerle bir etti. Beyin sarsıntısı geçirmiştim. EHemen ayağa kalıp oynamaya devam ettim. Maçtan sonra otobüsle geri dönerken Duncan yanıma geldi ve “Dostum, neden birkaç dakika dinlenmedin. Biraz daha yerde kalıp iyice kendine gelseydin.” dedi. Ben de ona “Sahadaki en ufak oyuncu benim. Eğer birisinin bana bunu yapabileceğini düşünmesine izin verirsem bunun üstesinden gelemem. Şampiyonlar, ayağa kalkmamaları gereken anlarda ayağa kalkabilenlerdir. Ben de bu zihniyetle oynuyorum.” cevabını verdim.
O yıl mezun oldum ve basketbol kariyerime devam etmek için yurtdışına gittim. O esnada Duncan kolejdeki ikinci yılını oynuyordu ve büyük bir yıldız haline gelmişti. Noel tatili için Amerika’ya döndüğümde bana bir hediyesi olduğunu söyledi. Ben ona hiçbir şey almamıştım ve bu yüzden üzülmüştüm. O dönemde No Fear isimli bir marka vardı. Tişörtlerin üzerine motivasyon sözleri basıyorlardı. Duncan, bir tişört çıkardı ve üstünde 1.5 yıl önce otobüste ona söylediğim söz yazılıydı. Bu hikayeyi düşünürken bile tüylerim diken diken oluyor.
Amonett: Okuldaki ilk yılımda Champion marka formalar giyiyorduk. İkinci yılıma geçerken Dunca, 3. sezonu için okulda kalmaya karar verdi ve o esnada formalarımızı Nike yapmaya başladı. 1996-97 senesinde bu çok önemli bir şeydi. Nike, daha piyasaya sürmediği ayakkabıları Duncan’ın gimesi için okula yollardı. Ben de insanlara sataşmayı seven birisiyim. Bir maçtan önce koç Russell Turner’ın yanından geçerken “Tim’in yeni ayakkabılarını gördün mü? Çok güzeller. Sadece Tim’i düşünüyorlar bizi hiç düşünmüyorlar.” bile dedim.
Birkaç gün sonra soyunma odasına girdiğimde herkesin soyunma odasındaki dolabında bir çift Nike ayakkabı duruyordu. Koç Turner’a ne olduğunu sorduğumda “Koca adam sizi düşünüyor.” dedi. Sene boyunca Nike hepimize ürün yolladı ve Duncan takımdaki diğer oyuncuların sahip olmadığı hiçbir şeyi maçlarda giymedi. O bizden birisiydi. Muhteşem bir takım arkadaşıydı.
Herbst: Benim uçak fobim var. Türbülansa girdiğimiz bir uçuş esnasında gelip yanıma oturdu ve benimle sohbet etmeye başladı. Benim dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. O esnada annesi hakkında konuşmaya başladık. Ona türbülanstan korkup korkmadığını sorduğumda “Hayır. Küçükken annem öldüğünde hissedebileceğim tüm kaygı ve anksiyetenin zirvesini hissettim. Artık hiçbir şey annemi kaybettiğimdeki kadar beni korkutmuyor.” demişti.
Childress: İkinci yılımda Florida State’e gitmiştik ve Tony Rutland’ın annesi vefat etmişti. Kanser hastasıydı ve durumunun çok iyi olmadığını hepimiz biliyorduk. O sezon deplasmanlarda Tony ile ben aynı odada kalıyorduk. Babası bizi aradı ve “Annesini kaybettik ama senin yine de maça çıkmanı istiyorum.” dedi.
O dönemde cep telefonları yoktu. Sadece oteldeki telefonları kullanabiliyorduk. Rutland çok endişelenmişti ve babasını aramak istiyordu. Oteldeki telefonunu sürekli ondan uzak tutmaya çalışıyordum. Salona gittiğimizde ücretli telefondan babasını aradı ve annesinin vefat ettiğini duydu. Soyunma odasında çığlıklarını duyabiliyorduk. Daha sonra maça çıktık ve kaybettik. Maçtan sonra soyunma odasına girdiğimizde Tim ona sıkıca sarıldı. Hepimiz soyunma odasında oturup ağladık. Timmy, ona neler yaşadığını anlayabildiğini aynı şeyleri kendisinin de yaşadığını söyledi.
Connor: Size söylüyorum, o herkesten daha farklıydı. Derslere girmek, eğitimini tamamlamak istiyordu. Hiçbir şeyi koy vermiyordu.
Best: Spurs’e gittikten sonra bana bir e-mail attı. Spurs’ün internet sayfasına kendisini hakkında yazdırdığı ilk şey “Psikoloji Mezunu” ifadesiydi. Benim de bunu bilmemi istiyordu.
Herbst: Gerçekten çok düşünceli birisiydi. Belki psikoloji okuduğu için böyleydi bilmiyorum ama insan davranışları hakkında konuşmaktan çok büyük keyif alıyordu.
Mark Leary, psikoloji profesörü: Her hafta, akıllarına gelen fikirlere dair araştırmalar yapmalarını ve daha sonra bununla alakalı raporlar yayınlamalarını istiyordum. İlk 2-3 toplantımızın hepsine Tim katıldı ve gayet aktif rol aldı. Ancak diğer öğrenciler kadar çok konuşan birisi değildi.
Bir gün daha fazla konuşmaya başladı ve kendisini gerçekleştirdiğimiz tartışmanın içinde kaybetti. Seansın sonuna gelirken etrafına baktı ve “Bu gayet eğlenceliydi.” dedi. Bu durumu tüm öğrencilerin yaşadığını görüyordum. Kütüphaneye gelip araştırma yapmanın eğlenceli olacağını büyük ihtimalle düşünmüyordu. Ancak bu tarz entelektüel meydan okumalara her zaman meraklıydı. Onun bu kadar keyif almasından ben de çok memnun olmuştum. Biz de o gün gerçekleştirdiğimiz araştırmaları bir araya getirip kitabın bir bölümünü yazdık.
Best: Daha sonra kitap yayınlandı. Yayın evi, kitaba katkıda bulunan herkese kitabın bir kopyasını yolluyordu. Bu yüzden Tim’e de bir kopyasını yollayacaklardı. Fakat bunun için NCAA kuralları gereği izin almamız gerekiyordu. Wake Forest’taki NCAA görevlisini aradığımda kitabı alamayacağını söylediler.
Leary: Yani bu kuralların neden olduğunu anlayabiliyorum. Ancak katkıda bulunduğunuz bir kitabın kopyasını almanıza da engel olunmamalı.
Best: Daha sonra kampüsteki NCAA görevlisi, merkezi arayıp bu konu hakkında bilgi almaya çalışmış. Ancak NCAA görevlileri, daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmadığı için kuralları nasıl uygulamaları gerektiğini bilmiyorlardı. Bu yüzden yayınevine kitabı bana yollamalarını söyledim. Tim’e de kitaba göz atmak isterse gelip benim yanımda inceleyebileceğini fakat mezun olana kadar kitabı alamayacağını ilettim. Tim, mezun olduktan sonra gelip kitabı benden aldı.
Leary: Spurs’e gittikten sonra kitabın ön sayfasının kocaman bir çıktısını aldığını ve San Antonio’daki evinin duvarına astığını öğrendim.
Heflin: Tim’in uysal suratına bakıp onun kazanmak için yanıp tutuşmadığını düşünmeyin.
Wainwright: Baktığınızda komşunuzun oğlu gibi uysal gözüküyor olabilir. Ancak kazanmak içim mecbur kalırsa gözlerini yuvalarından çıkarmaktan geri durmazdı.
Turner: Dave, her Noel’de birbirimize hediyeler verdiğimiz bir parti düzenlerdi. Bu partilerde herkesle uğraşıyorduk. O sene UMass ile oynamıştık ve Tim, Camby karşısında zorlanmıştı. Bu yüzden Noel partisine Marcus Camby forması getirtmiştik. Duncan’ın adeta delirdiğini hatırlıyorum.
Odom: Duncan’ın ikinci senesinde NCAA turnuvasında oynuyorduk. Oklahoma State ile oynuyorduk ve rakibimizde Bryant Reeves vardı. Onun sürekli olarak hook şutunu kullandığını fark etmiştim. O dev gibi bir oyuncuydu. Ancak bu esnada savunmacılarının da hookunu durdurmak için sağ eliyle hamle yaptığını fark ettim. Ancak üzerine düşündüğünüz zaman bu daha zordu. Takımla maç filmlerini izlerken bunu Tim’e gösterdim. Sol eliyle müdahale etmesini söylemiştim.
Daha sonra Tim, maçta tam olarak dediğimi yaptı. Antrenmanlarda bunun üzerine çalıştı ve maçta da bunu uyguladı. Duncan, o karşılaşmada toplam 8 blok yaptı ve rakibini 15’te 4 saha içi isabetinde tuttu.
Amonett: Beraber oynadığımı 2 yıl boyunca sadece 1 kez bana kızdığını hatırlıyorum. Clemson ile oynuyorduk ve o sırada sıralamada 3. sıradaydılar. Harika bir maç olmuştu ve çok yakın geçmişti. Kadrolarında Tom Wideman isimli bir oyuncu vardı. Gözlemci raporunda Wideman’in serbest atışlarının kötü olduğu yazıyordu. İkinci yarının sonlarına doğru fark 4-6 sayı civarındaydı. Wideman, o sırada potaya doğru penetre etti ve bir boşluk buldu. Normalde onu tutması gereken Tim değildi. Ben de pozisyonu bitirememesi için gidip faul yaptım. Tim benim yanıma geldi ve bana “Bir daha bunu yapma, şutunu bloklayacaktım.” dedi. O sırada kolej basketbolunun en iyi oyuncusu ve ACC tarihini en fazla blok yapan oyuncusu arkamdayken belki de bu çok mantıklı bir hareket değildi.
Blucas: Koleji bitireceğine dair annesine söz vermişti. Fakat ona sürekli “Tim, okulu online olarak da bitirebilirsin. NBA Draftı’na girersen 1. sıradan seçileceksin. Bunu kaçırma.” diyen birçok arkadaşı vardı. Ben de onlardan birisiydim. Ancak onun bir sorumluluğu vardı. Annesine söz vermişti ve bunu tutacaktı. Tim tam olarak böyle bir insandı.
Odom: O dönemde menajerler, koçlarının izin vermesi durumunda maçlardan sonra oyuncularla bir araya gelebiliyordu. Ben de ülkedeki en güçlü menajerlerle bazı görüşmeler ayarlamıştım. Menajerlerden birisi maçlardan sonra gelip Tim ile görüşmek istediğinde sürekli bu isteği geri çevirirdi.
Amonett: Hepimiz için duygusal dönemlerdi. Tim, geriye dönüp dönmeyeceği hakkında bir şey söylememişti. NBA hakkında da çok konuşmuyordu. Sıradan bir kolej öğrencisinden farkı yoktu.
Odom: Kolejdeki üçüncü senesinin sonuna doğru menajerlerle konuşmaktan sıkılmıştım. Bir gün Tim’i aradım ve ona “Kararını açıklayabileceğin son gün ben şehirde olmayacağım. Bu yüzden John Justus’tan iki tane mektup yazmasını isteyeceğim. Bu mektuplardan birisi senin profesyonel olacağını, diğeri ise okulda kalacağını açıklayacak. Bu mektupların ikisini de masamın üstüne bırakacağım. Cuma günü saat 14.00’te sen de benim masamda oturuyor olacaksın ve o mektupları okuyacaksın. Daha sonra ben masamdaki telefonu arayacağım ve sen de bana kararının ne olduğunu söyleyeceksin. Ne karar verirsen ver, ben sonuna kadar arkandayım. Eğer Draft’a katılırsan 1. sıradan seçileceğin kesin. Ama 1 yıl daha burada kalmak istersen beni ve takımımızı çok mutlu edersin.” dedim.
Best: Onun her zaman kendi yolu vardı. İşleri her zaman Tim’in yoluna göre halletti.
Odom: Anlaştığımız saatte onu aradım. Telefonu açtı ve “Koç, sen misin?” diye sordu. Ben olduğumu onayladıktan sonra bana “Hiçbir yere gitmiyorum.” dedi. “Güzel. Şu anda AAU maçına gitmem lazım. Güzel bir hafta sonu geçir. Pazartesi görüşürüz.” dedikten sonra telefonu kapadım.
Nestor: Son yılında Virginia ile oynuyorduk ve maçı kazanmıştık. Koç, maçtan sonraki röportajlarını vermek için gittiğinde bir menajer yanına geldi ve “Koç, burada Peyton Manning isimli birisi var ve Tim Duncan’ı görmek istiyor.” dedi.
Peyton Manning, Efsanevi NFL Oyuncusu: Şu andaki eşim Ashley ve ben o zaman yeni çıkmaya başlamıştık. Hafta sonları futbolla alakalı bir işimiz yoksa Charlottesville’e gidip zaman geçirirdik. Maça gittik, sonra işlerin tam olarak nasıl işlediğini hatırlamıyorum ama okulda kaldığı için Tim ile tanışmak istediğimi söylemiştim.
John Justus, spor direktörü: Koridorda durup birbirleriyle konuştukları anı hatırlıyorum. Keşke o anın fotoğrafını çekebilseydim, gerçekten özel bir andı.
Manning: Ona basitçe “Tim, okulda kalmanın arkasındaki ana sebep neydi?” diye sordum. Hatırladığım kadarıyla Tim, bana tek bir faktörün etkili olmadığını söyledi. “Burada son yılımda daha iyi hale gelebileceğimi ve NBA’e daha hazır gidebileceğimi düşünüyorum.” demişti ama koleji sevdiği de belli oluyordu. Koçlarını, takım arkadaşlarını, Wake Forest’ı seviyordu. Bu yüzden oradan ayrılmak istememişti. Bu benim üzerimde çok büyük bir etki yaratmıştı. Okulda kalmanın da bir seçenek olduğunu fark etmiştim.
Amonett: Bu tamamen benim düşüncem ama eğer Peyton Manning, o gün Tim Duncan ile konuşmasaydı bir sonraki sene kolejde kalmazdı.
Manning: O dönemlerde kolejdeki bütün oyuncular profesyonel olmaya çalışıyordu. Drew Bledsoe (NFL oyuncusu) konuştuğumu hatırlıyorum, o da okuldan ayrılmıştı. Bana inanmayabilirsiniz ama Michael Jordan’la bile konuşmuştum. Birçok insanla konuşuyordum ama genellikle benzer şeyleri duyuyordum. İçten içe okulda kalmak istediğimi biliyordum ama pişman olmaktan korkuyordum. Tim Duncan, bu korkumu aşmamı sağlayan kişi olmuştu.
Amonett: Duncan’ın kolejdeki son yılının ne kadar etkili olduğunu anlatıyım. Duncan’ın kolej kariyeri bittikten sonra forması emekli edilirken oradaydık. Georgia Tech’i yenmiştik. O sırada Georgia’da oynayan Matt Harpring de okulda bir sene daha kalıp kalmamayı düşünüyordu. Harpring, soyunma odasına gitmedi ve koridordan bütün forma emeklilik törenini izledi. Törenden sonra soyunma odasına giderken Georgia’nın 2 asistan koçu bize doğru baktı ve “Sanırım Harpring, bu gece yaşananları gördükten sonra 1 sene daha takımda kalacak.” dedi.
Odom: Söylemek istediğimi söyledim. Tim her zaman az ama öz konuşan bir isim oldu. Söylemek istediklerini söylediğini biliyordum. O sırada Tim’in babasını gördüm ve sanki bir şeyler söylemek ister gibi bir hali vardı. Daha sonra mikrofonu Tim’in babasına verdim. Kolunu, oğlunun omzuna doladı.
Turner: Tim, babasıının kollarına sarılmıştı. Gerçekten çok duygusal bir andı. Yıllar sonra o anı izledikçe şunu fark ettim. Tim her maçtan önce topa da aynı şekilde sarılıyordu. Bu da oyuna duyduğu inancı ve saygıyı en iyi şekilde yansıtan şey. Basketbol onun hayatını tamamen değiştirdi.
Odom: Babasının söylediği şeyi asla unutmayacağım. Oğluna Fake Forest’a gelmeden önce verdiği tavsiyeyi tekrarlamıştı: “Timmy’e Wake Forest’a gitmesini ve elinden gelenin en iyisini yaptıktan sonra olacaklarını izlemesini söylemiştim.”
Tim Duncan da tam olarak babasının sözünü dinledi. Elinden gelenin en iyisini yaptı ve basketbolun zirvesine çıkışını izledi…
Basketbol gündemindeki en son gelişmeleri kaçırmamak için tıklayın!