by Semih Altınbaş / info@eurohoops.net
Bu yazının tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
NBA’de gündemi her zaman meşgul edebilme potansiyeline sahip olan çok ama çok büyük kapsama alanına sahip bir tartışma konusu var. O da “NBA tarihinin en iyi oyuncusunun” kim olduğuna yönelik bir tartışma hususu. Bu noktada da Michael Jordan’ı bir milat olarak ele almak mümkündür.
Jordan’dan sonraki GOAT (“Greatest of All Time” yani “Tarihin En İyisi”) adayları için -sayıları aslında o kadar da çok değil- bu tartışmalar çok sağlıklı düzlemlerde ilerleyebilirken ve herkes argümanlarını bağlama oturtma konusunda zorluk çekmezken eski 1990’lar öncesinde sahne almış isimler tartışılırken argümanlar da bir o kadar zayıflaşıp cıvıklaşıyor.
Bu tartışmaların varlığı da aslında çok tasvip edilesi bir şey değil çünkü hiçbir oyuncu kendisinden sonraki neslin imkanlarıyla haşır neşir olamadığı gibi öteki nesil de kendinden öncekinin kolaylıklarıyla mücadelesini sürdüremiyor. Böyle bir zeminde de çok sağlıklı tartışmalar ortaya çıkmıyor.
Tartışmaların geniş zaman aralıklarını kapsadıkça cıvıklaşmasının aslında çok yanlışlanacak bir tarafı yok çünkü o günden bugüne elimizde yaşça büyüklerin aktarımları ve ufak tefek maç kasetleri haricinde tutarlı veriler olmadığı gibi basketbolun o dönemde bugünkü kadar gelişkin oynanmıyor oluşu da bu cıvıklaşmayı beraberinde getiriyor.
Mesela Boston Celtics‘in o dönem ligin kâbusu olarak art arda kazandığı şampiyonluklar ABD özelindeki NBA sosyal medyasında çok fazla mizah konusu edilir. O dönemden maç kesitleri alıntılanır; şimdiki oyunla estetik veya teknik bakımdan çok uyuşmayan kesitler üzerinden “işte Celtics‘in şampiyonluklarının büyük kısmını kazandığı dönem bu” şakaları yapılır. Aslında bunlar birer şaka da değildir. İnsanlar gerçekten bunları düşünüyor.
Ancak genelde o süreçlerde Bill Russell faktörü unutulur, ona rakiplik eden ve büyük başarısızlıklar yaşayan Jerry West, Wilt Chamberlain gibi isimler unutulur. O zamanlarda da çetin bir rekabetin var olduğu unutulur. Hatırlatmak gerekir.
Devler Çağı
Kendi pozisyonunu ve oyun stilini “power center” yani 4 buçuk numara şeklinde aktaran George Mikan gibi çok büyük bir yıldıza ev sahipliği yapmış 1950’li yılları değerlendirme kapsamının dışında tutmak adil bir yaklaşım olmayabilir. Ancak 10 yıllık dilim içerisinde oynanan basketbolla 1960’lı yıllar ve devamında gelişimini sürdürmüş basketbol arasındaki belirgin farklılıklar, tarihin en iyi oyuncusunun kim olacağı tartışmalarında 1950’li yılların efsanelerini direkt olarak dışarıda bırakıyor.
50’li yılların ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan bir figür ise Mikan’ın dikkatini çekiyordu. 1956 NBA Draftı’ndan yaklaşık 2 ay önce, 3 Mart 1956’da bir Afro-Amerikan gazetesi olan The Afro‘da çıkan haberde Mikan’ın o draftta üst sıralardan seçilmesine kesin gözüyle bakılan 22 yaşındaki Bill Russell hakkındaki şu ifadeleri yer alıyordu:
“Kabul edelim ki o gelmiş geçmiş en iyi oyuncu. Çok çok iyi ve sahada sizi korkutuyor.”
Aynı haberde yapılan değerlendirmede Russell hakkında “uzun oyuncuların çoğunda olmayan ve ileride onu durdurulamaz kılabilecek bir zarafete sahip” değerlendirmesi yapılıyordu. Henüz kolej kariyerini yeni tamamlamak üzere olan bir oyuncu için bu söylemler büyük meseledir. Şimdi zaten böyle bir şeyin mümkünatı olamaz ancak o zamanlar için bile bu gerçekten ilginç bir çıkış öyküsü.
Russell’ın kariyerinde ivedilikle başarıyı elde etmesi için çok çok uzun bir zaman gerekmedi çünkü hem çok potansiyelliydi hem de takımı diğer ekiplere nazaran ön planda parçalara sahipti. Bob Cousy gibi bir ligin ilk efsanevi oyun kurucularından birisi ve geçen yıl hayatını kaybeden Tommy Heinsohn gibi yıldızlara sahip o kadro her geçen sene büyüdü. Önce K.C. Jones katıldı; ardından Sam Jones, John Havlicek gibi isimlerle gelenek büyüdükçe büyüdü. Bu koskoca gelenek, Boston Celtics‘in evi Garden‘da asılı olan o forma numaralarını ve şampiyonlukları getirmiş bir halde tarih sayfalarında.
Evet. Mikan’ın söylediği gibi korkutucuydu. 1962 NBA Finalleri’nin 7. maçında 30 sayı – 40 ribaundluk performansa imza atacak kadar korkutucuydu. Evet. O dönemde bile. İkili oyunların şimdiki gibi yoğun olmadığı dönemde dahi korkutucuydu. Aslında o 60’lar Celtics takımı başlı başına korkutucuydu çünkü Cousy gibi tarihin ilk büyük pasörlerinden birisi sürekli takım arkadaşlarını beslemeye odaklanmış durumdaydı.
Red Auerbach’ın oluşturduğu o geleneğin öncüsü olan Russell performanslarıyla o geleneğin kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde en büyük paydaşı. 1956-1969 yılları arasında yaşadığı 11 şampiyonluk (2’sinde aynı zamanda takımın başantrenörü), 5 kez MVP seçilmesi veya şu kadar Finaller MVP’si olması gibi meseleler burada vaktimizi çalacak türden argümanları oluşturur.
Russell’ın inanılmaz yetenekli bir hücumcu olmayışına karşın atletizminin bu noktada kendisini nasıl bir noktaya taşıyabildiği, sıçrama yeteneğiyle nasıl tarihin en iyi ribaundçularından birisi olduğu veya azametinden sual edilmeyecek bir savunmacı olması bu tartışmalara başlık olarak sunulabilmeli.
Yahut sosyal meselelerdeki duruşları da bu oyuncuların tarihin en iyisi tartışmalarında yerini alabilmesi için bir kriter olarak öne sürülebilmeli. Bu, bir kişinin sporculuğunu değerlendirmek için kriter olabilir mi? Bu soruyu bir kenara bırakarak veya tartışmaların konusu haline getirerek öznelerin değerlendirilmesi sağlanabilmeli.
Özellikle ABD özelinde düzenlenen bir organizasyonun tarihindeki en iyisini arıyorsak bu tür hak mücadeleleri tarihinde sporcuların nasıl bir rol oynadığı da önemli bir değerlendirme alanı oluşturabilir. Bill Russell, Bill Walton ve LeBron James gibi isimler, en yeni jenerasyonda ise Jaylen Brown gibi yıldızlar bu bağlamda sivrilen isimler…
Tekrardan devler çağı olarak nitelendirdiğimiz 60’lı yılların sportif bağlamına dönecek olursak Wilt Chamberlain’ın lige gelişi Russell için dişli bir rakip demekti. Öyle de oldu. Russ – Wilt rekabeti uzun yıllar boyunca hafızalardan silinmeyecek ilk ve muhtemelen en büyük rekabetti.
Celtics’in efsanevi oyuncusunun “Kariyerimde karşılıklı oynadığım en iyi oyuncuydu” dediği Chamberlain da tıpkı Russell gibi fiziğiyle dönem basketbolunda fark yaratmaya müsait ve Russell’a göre çok daha yetenekli bir basketbolcu profiliydi. Öyle ki; 50 sayı ortalamayla tamamladığı bir sezon vardı.
Fakat unutmamalıyız. O sezonun MVP’si de Bill Russell’dı. Bu böyle bir rekabet.
Russell, kendisini diğer yıldızlardan ayıran farkı kendi bulunduğu takımların hemen her oyun stiline çok çabuk uyum sağlaması olarak nitelendirirken Wilt’le rekabetlerindeki soluğu şöyle aktarıyor:
“Aramızda ikimizi de daha iyi hale getiren türden bir rekabet vardı. O dönemde kamuoyunun da dikkatini çeken 2 uzun insan arasında böyle bir mesele vardı. Bir çeşit rekabet.”
Russell aynı röportajında kazanmaya ne kadar takık bir karakter olduğunu da “Sporcular olarak bizlere oynamamız için değil; kazanmamız için para ödeniyor” şeklinde açıklıyordu. Bu kazanma obsesyonunun sonucu olarak Wilt gibi bir efsane kariyerini 2 yüzükle bitirerek şanslı kurtulurken Jerry West gibi olağanüstü bir oyuncu tek şampiyonluğunu 34 yaşında, Russell basketbolla ilişiğini kestikten 3 yıl sonra 1972 yılında kazanabildi.
Bunu yaparken de Russell’ın kâbus olduğu bir diğer isim olan Wilt’le güçlerini birleştirmişti. O Lakers takımı da her ne kadar fazla boy gösteremese de Elgin Baylor, önemli rol oyuncusu Happy Hairston ve skorer Gail Goodrich gibi oyuncularıyla özel bir takımdır ve mutlaka izlenmesi gereken ekiplerdendir.
Belki de West’in 90’lı yılların sonunda Los Angeles Lakers‘ın olağanüstü başarılarına olanak sağlayacak Kobe Bryant ve Shaquille O’Neal gibi isimleri kadrosuna katma hadiselerini meydana getiren yöneticilik ve kazanma arzusunun motivasyonunu bir özne olarak Bill Russell ve oyunculuk kariyeri boyunca görmeyi çok da sevmediği yeşil rengi sağlamıştır.
Konuyu yeniden Russell – Chamberlain rekabetine getirecek olursak, Bill’in dönem uzunlarının NBA’in o dönem çok daha farklı olan kuralları dahilinde sahaya yansıttığı statik oyun yapısına belli ölçülerde karşı çıkıp bir yandan o statik tavırdan yararlanması fark yaratan özelliklerinden birisi olarak sayılabilirdi. Wilt’i yarı saha oyununda daha çok boyalı alanda konuşlanmış şekilde görürken Bill’in çoğunlukla takımında top taşıyan oyuncu olarak öne çıktığına elimizdeki sınırlı maç kayıtlarında denk geliriz.
13 sezonluk bir kariyer düşünün; 11’ini şampiyon tamamlasın. Kalan 2 sezondan birisi final serisinde sakatlanarak Hawks‘a kaybettikleri sezon. Diğeri de Wilt Chamberlain’in tavan performansını sergilediği ve Doğu Finalleri’nde Philadelphia’nın Boston’ı 4-1 elediği 1966-67 sezonu. Diğeriyse ilk koç-oyuncu sezonu.
Bu olağandışı bir kariyer ve Russell’ın fiziksel üstünlüklerini bahane ederek bunu normalleştirmek doğru tutum değil. Aynı dönemde Wilt gibi bir rakibi de vardı ve onun da bu şekilde ezici bir üstünlüğe yol açma şansı vardı. Russell basketbolu bıraktıktan sonra Celtics’in savunma sisteminin gördüğü büyük tahribatın yanı sıra oyunun iki yönünde de bu denli etkili bir ismin kaybı bile pek çok şeyi açıklar nitelikte.
Detay
Wilt ve Russ’ın oyunları arasında keskin ayrımlar olduğu kanaati çok yaygın olsa da aslında bu keskin ayrımlar ufak tefek detayların oluşturduğu farklılıklardan ibaret. Bu isimleri izlediğimiz zaman olağanüstü bir atletizmle karşılaşıyoruz. Özellikle Wilt’in bu noktada nasıl bir seviyede olduğunu tartışmaya hiç gerek yok.
Modern standartlarda çok uzun sayılmayacak kariyerlere sahip olmalarına rağmen kariyerlerinin sonlarında oyun da değişmişken, oyuna yeni katılan figürler de eskisinden çok daha güçlüyken halen belli bir seviyenin üzerinde performans sergileyebiliyorlardı. Bunu yalnızca fiziksel üstünlük veya atletizmle açıklamak mümkün olmasa da en önemli kriterler bunlar.
Mesela 1972 NBA Finalleri’nde Lakers forması giyen Chamberlain’in resmen ellerini sahaya bırakmış biçimde sakatladığı ancak o haliyle bile 36 yaşındaki bir pivot olarak fark yaratması; 19.4 sayı – 23.2 ribaund gibi ortalamalara erişebiliyor olması kıymetli. Russell’ın koç-oyuncu olarak 2 şampiyonluk yaşamış olması da aslında altından kalkması o kadar kolay bir yük değil.
Kendisi 90’lı yılların başından ölümüne kadar Michael Jordan’ın neden tarihin en iyisi olmadığına yönelik bir tartışmanın içine girdiğinde -ki bunu çok fazla kez yaptı- skorerliğin aslında çok bir anlam ifade etmediğini belirtiyordu. Yaşı ilerledikçe nasıl maç başına 50 sayı ortalamasıyla oynayan bir oyuncudan oyunun farklı yönlerinde de ihtiyaçları karşılaması gerektiğini öğrenmiş bir figür olduğunu anlatan Wilt, “Michael kariyeri boyunca 31 sayı ortalamasıyla oynamış, ben de 30’la oynadım. Daha fazlasını da yapardım” diyordu.
Programın sunucusu kendisine “Michael 4 şampiyonluk kazandı, senin 2 şampiyonluğun var” gibi bir argüman sunduğunda ise şu büyüleyici cevabı veriyordu:
“Geçen hafta bunu bir arkadaşımla tartıştım ve o 4 şampiyonluğun bir şey ifade etmediğini söyledi. O arkadaşım 11 şampiyonluk kazanmış Bill Russell’dı.”
Ona göre skorerlik veya şampiyonluk sayısı bir kriter olmamalıydı. Jordan’ı müdafaa edecek herhangi birisi de ona Russell ve kendisinin o dönemde ligde bulunan oyuncuların büyük çoğunluğuna karşı sağlayabilecekleri fiziksel üstünlüklerinden oluşan avantajın da tartışmaya açılabileceğini söyleyebilirdi. Bu çok doğru olmazzdı.
Wilt, Jordan’la ilgili tartışmalarda kendisinin nasıl ligde kuralların değişmesine sebep olduğunu ve Jordan’ın da eğer GOAT tartışmalarına girmek istiyorsa bu tarz değişikliklere sebep olması gerektiğini savunuyordu.
Oyunun henüz kısaların yarı hükmüne girmediği bir döneme bu denli hükmetmiş olmaları ve henüz tam olarak oturmamış bir ligde kural değiştirtmiş olmaları çok şaşırılacak bir şey değil. Wilt’i o dönemde bu argümanı öne sürdüğü için eleştirmek kolay değil ancak bugünden geriye bakıldığında bir GOAT tartışmasının Jordan’ın kural değiştirtip değiştirtmemesi üzerinden kurgulanması da maalesef ki doğru perspektif değil.
Russell hiçbir zaman bu kadar saldırgan biçimde tartışmaların bir parçası olmadı. Bunu tercih etmedi çünkü fırsat bulduğu her mikrofona kafayı kazanmaya ve takımdaşlığa ne kadar taktığını anlatıyordu. Ona istediğini veren ve kazandıran detay da bu olmuştur.
Bütün bu tartışmaların yanı sıra zaten özel olan mesele daha çok Russell ile aralarındaki rekabet ve Mikan’dan aldıkları bayrağı nasıl ileriye taşıdıkları.
Onların ardından Kareem geldi; onların ardından Willis Reed, Dave Cowens’lar geldi, Larry Bird geldi, Magic Johnson’lar geldi. Bir geleneğin temellerini atan insanlar olarak bu rekabetleri NBA’i çok besledi. Belki 1960’larda bu tarihsel misyonun bilincindeydiler veya değildiler; ancak bu misyonlarını tamamlayarak kariyerlerini noktaladılar.