Phoenix Suns, Mike D’Antoni ve NBA’de Bugünlere Uzayan Hücum Devrimi

14/Oca/22 10:21 Ocak 14, 2022

Mehmet Bahadır Akgün

14/Oca/22 10:21

Eurohoops.net

Phoenix Suns, bugünkü NBA’i şekillendiren takımlardan biri… Eurohoops Çeviri anlatıyor!

by David Aldridge / Çeviri: Bahadır Akgün / info@eurohoops.net

Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.

Bu yazı 22 Aralık 2021 tarihinde The Athletic’te yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.

ACELECİ HÜCUM, EN KOLAYI

İlk yedi saniye içerisinde en iyi şut fırsatlarını buluyorsunuz

24 Mayıs 2006, Phoenix Suns, maç önü oyun planından – Jack McCallum imzalı “7 Seconds or Less: My Season on the Bench with the Runnin’ and Gunnin’ Phoenix Suns” isimli eserden alıntılanmıştır

Yapılan araştırmalar, 2004-05 model Phoenix Suns’ın NBA’i bugünkü görüntüsüne kavuşturacağını işaret etmiyordu. Bugünkü düzende dört oyuncunun dışarıda oynadığı, tek oyuncunun pota çevresinde kaldığı, üçlüklerin yağdığı, zaman zaman 1-5 pick-and-roll’lerinin oynandığı bir sistem var. 2,10’un üzerinde boyu ve 130 kilogramın üzerinde cüssesi ile dominasyon, kendisini gösterdi.

“O dönemde nasıl oynayacağımızı çözmeye çalışırken Shaq de Lakers‘ta oynuyordu” diyor Mike D’Antoni. “Henüz Miami’ye takaslanmamıştı. Temel çıkış noktamız, Shaq’i kendi silahıyla yenemeyeceğimiz fikriydi. Eğer geleneksel bir şekilde sahaya dizilirsek bizi yeneceklerini biliyorduk çünkü o, fazla iyiydi.”

Neticede 2004 yılı Temmuz ayı ortasına kadar Heat‘e takaslanmayıp Batı Konferansı’nda kaldı Shaq ve zorunluluktan ileri geldiği üzere D’Antoni, teknik ekibi ve Phoenix yönetimi ligin gidişatını değiştiren, oyunun oynanma şeklini yeni bir hâle büründüren o nihai kararı ortak bir şekilde aldılar.

Efsanevi guard Steve Nash’in liderliğindeki hücumda Phoenix, ligi hızlı hücum basketbolu ile tanıştırdı. Daha doğrusu, yeniden tanıştırdı. NBA tarihinde yapılmış az sayıda kıymetli yenilik var ve 2004-05 Suns, tekerleği yeniden icat etmedi. Bill Russell ve Bob Cousy’li dönemde Celtics, 1950 ve 1960’lı yıllarda rakiplerini öldürene kadar koşturuyordu. Celtics, Bullets ve Knicks, bunu 1970’li yıllara kadar taşımıştı. Magic Johnson’lı Showtime Lakers ise 1980’li yıllarda benzerini yapmıştı.

Suns’ın hızlı hücumlarını farklı kılan ve devrimsel bir niteliğe büründüren şey ise daha kısa beşler ile oynayıp hücumun temel unsuru olarak da üçlüğü dahil ederek benzer bir başarı sağlamaları olmuştu.

Splash Brothers’tan önce, Rockets‘ın devriminden önce, Stan Van Gundy’nin Orlando Magic‘te Rashard Lewis’i şutör dört numara olarak oynatarak lige hız kazandırmasında hakkı yeterince verilmeyen rolünden bile önce 2000’li yıllarda 7 Saniye veya Daha Az Suns vardı.

Sezonun ilk 35 maçında 31 galibiyet alarak ligin tozunu attılar. Bu 31 galibiyetin 22’si çift haneli farklar ile geldi. NBA, onlarla nasıl başa çıkılacağını veya onları nasıl durduracağını bilemiyordu. Sezon sonuna kadar Phoenix, ligde sayı ortalaması (110,4 sayı), hücum verimliliği, oyun temposu, üçlük isabeti ve üçlük denemesi ile üçlük isabet oranı gibi kategorilerin tamamında en iyi takım konumundaydı. Normal sezonda 2.026 üçlük denemişlerdi. Bu, bir önceki sezondan 800 üçlük daha fazla deneme anlamına geliyordu.

Suns, sürekli görsellik veren estetik bir nimet gibiydi. Nash’in pasörlük konusundaki büyücülüğü, Shawn Marion’ın lig tarihinin en efsanevi lakaplarından biri olan Matrix’i de almasını sağlayan alley-oop ve geçiş hücumlarındaki inanılmaz atletizmi ile bu şölen sürüp gidiyordu. Ayrıca Quentin Richardson’ın bitiriciliği ve Joe Johnson’ın iki taraflı oyunu da etkili oluyordu fakat hepsinden öte, Amar’e Stoudemire’ın potaları parçalayan smaçları izleniyordu.

Amar’e Stoudemire, Mike D’Antoni’nin devrim niteliğindeki kısa beş hücumunda 5 numara olarak oynuyordu. Kariyerinde daha sonraları dizleri onu terk edene kadar Stoudemire, NBA’in en heyecan verici smaççılarından biriydi. Büyük bir agresiflik ve güç ile bitiriyor, rakiplerini korkutuyor, izleyenleri eğlendiriyordu. “Hem Uzun Hem Yetenekli” anlamına gelen STAT lakabıyla da bilinen Stoudemire, adeta haksız rekabet yaratıyor ve normal sezonda Yao Ming ve Timberwolves‘a; playofflarda ise Tim Duncan’a zor anlar yaşatıyordu.

“Amar’e’nin potaya gidip çemberi parçalamasına izin veriyorduk” diyor Marion. “STAT, topu insanların kafasına vuruyordu!”

2004-05’teki o takım, Batı Konferansı finaline çıktı fakat burada, Spurs‘e beş maçta mağlup oldu. Bu da ilerleyen yıllarda playofflardaki düşük performansın ilk örneği oldu. Suns, o performansların acısını hâlâ yaşıyor fakat neticede tüm eleştirileri susturacak o şampiyonluk bir türlü gelmedi. Suns, devamlı olarak o oyun tarzıyla şampiyonluk kazanılamayacağı ve savunmayı önemsemedikleri algısıyla savaştı. (Savunmada, o acımasız eleştirilerin sizi ikna edeceği kadar kötü değillerdi fakat onları savunanların iddia ettiği kadar iyi de değillerdi.)

Fakat Suns, sonraki dört sezonda normal sezonda 232 maç kazandı. O zamanlar America West Arena olarak bilinen salonları doluyordu ve basketbola bıraktıkları iz, o harika Phoenix takımı sayesinde bugün bile görülebiliyor.

“Son çeyrekte 5-7 dakika kala hâlâ koşturup duruyorduk” diyor Richardson. “Birbirimize dönüp bunun ne kadar acayip olduğunu düşünüyorduk. İnsanların içinden koşuyor gibiydik. Rakiplerimiz, meslektaşlarımız, tanıdığımız insanlar oyunun durduğu anlarda, devre arasında ya da maçtan önce bize gelip ‘Ne yapıyorsunuz yahu?’ diyorlardı. Biz anlamadan ne dediklerini soruyorduk. Biz, ne yaptığımızın farkında değildik çünkü her gün antrenmanda bunu yapıyorduk. Bizim için normaldi.”

Suns başkanı ve genel menajeri Bryan Colangelo tarafından 2002’de Frank Johnson’ın ekibine yardımcı antrenör olarak getirilen D’Antoni, 2003-04 sezonunun başlarında görevi devraldı. Takım, sezonu 82 maçta 29 galibiyet ile tamamladı.

D’Antoni, o sezon hayli geleneksel bir diziliş ile oynadı. İki uzunlu bu beşte Antonio McDyess ve Stoudemire oynuyordu ve Marion da kısa forvet oynuyordu fakat O’Neal, kendisini savunmanın imkansız olduğunu bir kez daha göstermişti. Lakers, Shaq’i 14 Temmuz 2004 günü Miami’ye takaslayarak tartışmaların önünü açtı. Batı’daki her takımın önünde konferansın zirvesine çıkma yolundaki en büyük engel kalkmıştı fakat Suns, yine de bir şeyleri değiştirme konusunda kafa yoruyordu.

Tüm bunlar, Nash’in Dallas’tan gelmesi ile başladı. O hamle, ligi şoka uğratmıştı.

Başta Suns’ın asıl hedefi Kobe Bryant’tı. Phoenix, Lakers‘ın süperyıldızına altı yıl için 100 milyon dolarlık bir teklif vermeye hazırdı fakat bu rüya, çabuk bitti. Clippers, Bryant’ı ikna etmeye daha çok yaklaşmıştı aslında fakat o, Lakers ile sözleşme imzaladı. Bryant savaşını kaybeden Suns, rotasını hemen Nash’e çevirdi. O, Suns’ın kendisini 1998’de takaslaması sonrası Dallas’ta yıldızlaşmıştı. (Neticede 1998’deki o takas sayesinde Suns, 1999 ilk tur draft hakkını almış ve Marion’ı seçmişti.)

Phoenix, Nash’i Dallas’tan almak için büyük bir yatırım yaptı. Bu da boş bir hayal gibi gözüküyordu. Mavs, Batı’nın yükselen güçlerinden biriydi ve bir önceki sezon, 82 maçta 52 galibiyet almıştı. Nash, Dirk Nowitzki ve Michael Finley, güçlü bir üçlüydü. Antawn Jamison ve Antoine Walker da onlara büyük destek veriyordu. Mark Cuban, manşetleri süsleyen güçlü bir sese sahipti fakat yıldızlarını takımda tutmak için de savurgan davranıyordu. Bu sırada Suns ise yeniden yapılanmaya çalışıyordu.

Phoenix yine de şansını deneyip Nash’e altı yıllık 66 milyon dolar değerinde bir kontrat teklif etti ama o, Dallas’ta kalmak istiyordu.

Fakat Cuban, Suns‘ın verdiği kontrat süresine çıkmadı. Mavericks, Nash’in sıkıntılı sırtının kontrat süresi boyunca sağlıklı kalabileceğine inanmıyordu. Dallas, en fazla dört yıllık bir kontrat veriyordu. O dönem süreci yaşayan bir kişi, “Şoke ediciydi” şeklinde özetliyor fakat neticede öfkeden çılgına dönen Nash, Finley ve Nowitzki’ye haber verdikten sonra önüne bakmaya karar vermişti.

O dönem Marc Stein’a konuşan Nash, “Heyecan verici ama biraz buruk bir tadı da var” diyordu. “Takım arkadaşlarımdan ayrıldığım için gerçekten üzgünüm ama beni gerçekten istedikleri bir yere gidecek olduğum için de memnunum.”

D’Antoni, quarterback‘ini bulmuştu. Ay sonunda Phoenix, o dönemde henüz 24 yaşında olan Richardson’ı Clippers‘ın Suns‘ın teklifini eşlememesi sonrası kadrosuna kattı.

Suns, başka değişiklikler de planlıyordu. Bunlardan en önemlisi, Stoudemire’ı pivot oynatma fikriydi. Bu da her maçta 8-12 santimetre kısa ve 10-20 kilogram eksik kalacak Marion’ın ilk dört sezonunda oynadığı kısa forvet yerine uzun forvet pozisyonunda oynayacağı anlamına geliyordu.

Bu, büyük bir talepti. O dönemde Batı Konferansı; Duncan, Kevin Garnett, Nowitzki, Chris Webber ve Rasheed Wallace gibi elit dört numaralar ile doluydu. Utah’ta Andrei Kirilenko bu sınıfa dahil değildi fakat o da yeni All-Star olmuştu. Pau Gasol, Grizzlies ile en iyi yıllarına giriyordu. Clippers‘ta ise Elton Brand vardı. Karl Malone, kariyerinin sonlarına gelmişti fakat yine de şampiyonluğa aç Lakers‘ın alacağı kadar yetenekliydi. Cliff Robinson gibi kurnaz tecrübeli oyuncular da hâlâ 4 numarada başlıyordu.

“Ben ilk geldiğimde geleneksel bir basketbol oynuyorduk” diyor Marion. “Sistem, D’Antoni gelene kadar hayata geçmemişti. Görevi o devralınca ‘Shawn’ dedi, ‘Bak, çıkıp uzun forvet oynaman gerekiyor. Amar’e’yi pivot pozisyonuna kaydıracağız.’ ‘Gerçekten mi?’ dedim. Bu konuda pek iyimser değildim açıkçası. %100 katılıyordum diyemem. Benim boyum 2 metre. O dönemde ligde en dominant pozisyon, uzun forvetti. Kimleri savunmam gerekiyordu bir bakın.”

Marion’ı ikna etmek gerekiyordu fakat neticede o da yumuşadı.

“‘Tamam’ dedim, ‘S*keyim, deneyelim madem'” diyor.

“Antrenman kampı ve sezon önü hazırlıkları geçti. Birkaç şey görüyordum. Belki şut atabilirim diye düşünüyordum. Hiç beklemediğim şekillerde esneyebiliyordum fakat kazandığımız sürece sorun yoktu. Aynı fikirdeydik, konsantreydik. Herkes fikre ısınmıştı.”

Kamp döneminde Richardson ve Johnson, kadrodaki yerlerini anlamak zorundalardı. Johnson, bir önceki sezon 2 numara oynamış ve 77 maça ilk beşte başlamış; maç başına 16,7 sayı atarken Stoudemire ile birlikte ana hücum silahı olacak gibi gözüküyordu fakat Richardson, LA’den yeni gelmişti, 50 milyon dolarlık bir kontratı vardı ve o da iki numara oynuyordu.

“Takıma baktığınız zaman Phoenix, Steve Nash’i alıp benimle sözleşme imzaladı” diyor Richardson. “Ellerinde hâli hazırda Joe Johnson da vardı. Joe, ‘Bu, benim kontrat yılım. Ne işiniz var burada?’ der gibiydi. Bana ‘Benden daha iyi değil’ der gibi bakıyordu. Ben de ona ‘Elinden her şeyi almak üzereyim’ der gibi bakıyordum. Bu bakış açısıyla geldim. Tam olarak böyleydi. Antrenmanda karşılaştığımız zaman Joe, her zamanki gibiydi. Herkese kim olduğunu gösteriyordu ama ben de beni neden aldıklarını göstermeye çalışıyordum. Herkesin k*çına tekmeyi basıp bunu yapmaya devam edeceğimi göstermek istiyordum. Yoğun geçiyordu yani. Bizi doğru forma da bu soktu. Bizi daha da keskinleştirdi bu durum.”

Neticede Suns, Rchardson ve Johnson’ı Nash ile birlikte oynatmaya karar verdi. Bunun sebeplerini anlatan bir teknik ekip toplantısı, grafikler, gelişmiş istatistikler yoktu. Daha kısa beşlerle oynanacağını belirleyen ya da sahanın koşulduğu takdirde daha kolay şutlar atılacağını gösteren bir an yoktu. Her şey, doğal gelişti. Geleceği öngörmekten daha çok bir seziydi onları bu yola iten…

“Her zaman ekip olarak konuşuyorduk” diyor D’Antoni. “Bir gün öğle yemeğindeydik. Sanırım Jerry çıktı geldi ve dedi ki ‘Ne yapacaksın? Kimi başlatacaksın?’ Dedim ki ‘En iyi beşimizle oynamak ve geleneksel bir şekilde dizilmek arasında bölünmüş durumdayız.’ O da ‘En iyi beşini çıkar’ dedi.

“‘Tamam’ dedim. ‘Başlıyoruz.’ Böylece süreç başlamış oldu. Başantrenör olarak ikinci kez bir takımı çalıştırıyordum ve işler iyi gitmese muhtemelen son takımım da olacaktı. Elbette yedek planlarınız oluyor, suya hemen dalmıyorsunuz fakat patronunuz size güvendiği zaman biz de sonuna kadar gittik.”

Phoenix sezona çok iyi başladı. İlk dört maçını ortalama 23.5 sayı farkla kazandı. Suns, daha sonrasında üst üste iki maç kaybedip altı maçta dört galibiyette kaldı fakat daha sonrasındaki 20 maçının 19’unu, 28 maçının ise 26’sını kazandı. Kazanmak, teknik ekibin kısa beşlerle oynama konusunda güvenini tazeledi ve gelişen bireysel istatistikler ile kolay kazanılan maçlar, oyunculara da ihtiyaç duydukları üzere böyle devam etmeye değeceğinin kanıtını sunmuş oldu.

Nash, gerçek bir maestro idi. Savunmaları eğip büküyor, topu yere vurmayı hiç bırakmıyor ve tüm ihtimalleri bir anda görebiliyordu.

“İtalya’da bir deyiş var. ‘Gözlerinle çalarsın’ derler” diyor D’Antoni. “Steve’in büyüklüğünü çaldık.”

Kısa beşlerle oynandığı için açılan alan, Nash’e birkaç hücum açısı birden kazandırıyordu. Tepede Stoudemire ile oynadığı pick-and-roll’ler ile savunmayı açıp alley-oop pasını atabiliyor; Marion’ın sağ köşede boş olup olmadığını veya dipten potaya yönelip yönelmediğini görebiliyordu. O sezon %48 ile üçlük atan Johnson’ı terste bulabiliyor ya da Richardson’ın değişen savunmaya karşı post-up oynamasını  veya köşeden şut atmasını sağlayabiliyordu. Yahut Nash, kendisi de şut atabiliyordu. O sezon, %90 serbest atış, %50 saha içi, %40 üçlük isabet oranları yakalamaya çok yaklaşmıştı.

“Steve, liderlik etti” diyor Marion. “İlk yıl, Q ve Joe Johnson, köşelere koşu atıyorlardı. Ben topu oyuna sokuyordum ve çoğu zaman Steve’e veriyordum. Amar’e, perde yapıyordu. İkili sıkıştırma getirmedikleri zaman Steve, topu birimize çıkarıp bomboş üçlük hazırlıyordu. Yahut biz penetre edip topu başkasının üçlük atması için dışarı çıkarıyorduk. Zor değildi. Bunun gibi bazı setlerimiz vardı ama çok değildi. Dört kişi dışarıda, bir kişi içeride oynuyorduk.”

Richardson, Nash’in nasıl bir quarterback olduğunu çoktan biliyordu. İkili, Temmuz ayında 2004-05 sezonu maaş bütçeleri belli olduğu dakika sözleşmelerini imzalamak için Phoenix’e birlikte gitmişlerdi. Birlikte konferans salonundalardı. Daha sonrasında Suns‘ın basketbol yönetim kademesi odaya girdi. Büyük bir sorun vardı. Maaş bütçesi, beklenenden daha düşüktü. Hem Nash hem de Richardson’ın kontratlarında indirime gitmeleri gerekecekti.

“O gün, bu adam için her zaman tuğla örülü bir duvara doğru dümdüz koşabileceğimi anladım” diyor Richardson. “Sorunu açıkladıkları zaman Steve yönetime baktı. ‘Bu mu sorun?’ dedi. ‘Benden alın, Q’ya verin ve s*ktir olup gidelim. Bunu imzalayabiliriz. Biz bara gitmeye çalışıyoruz.’ Bense ona baktım. Bir milyon dolardan fazla paraydı. Birkaç milyon bile olabilir. Sahadaki rekabet hariç birbirini hiç tanımayan iki insandan birinin bunu yapması, bana onun çok özverili olduğunu düşündürdü.”

NBA’i hücumda kafa üstü döndüren şeyin bir D’Antoni takımı olması, bir açıdan da ironikti.

D’Antoni’nin NBA’de yıldızlık hayalleri, 1973-1977 sezonları arasında parça parça olmak üzere yalnızca dört yıl sürmüştü. Kings ve Spurs formaları giyen D’Antoni, maç başına en fazla 4,8 sayı atabilmişti fakat Olimpia Milano formasıyla bir efsaneye dönüşmüş; köklü İtalyan kulübünü lig şampiyonluklarına, iki Avrupa kupası zaferine ve iki uluslararası kupa zaferine taşımıştı. 1990’da kariyeri bittiğinde ligin gelmiş geçmiş en iyi oyun kurucuları arasında gösterilmişti. Hâlâ da organizasyon tarihinin en skorer oyuncusu o ama onun asıl gücü bu değildi…

Ayrıca organizasyon tarihinin en çok top çalan oyuncusu olarak Maurice Leblanc’ın romanlarındaki “centilmen hırsız” karakter Arsen Lupen’in ismi lakap olarak ona uygun bulundu. D’Antoni, coşkulu top çalmaları sayesinde Milano taraftarı tarafından çok sevildi.

“Benim bütün olayım savunmaydı” diyor D’Antoni. “Korkunç bir hücum oyuncusuydum. Hücumu nasıl yöneteceğimi biliyor ve pas verebiliyordum ama bitiremiyordum. İtalya’ya gitmemin sebeplerinden biri de şut atamıyor olmamdı.”

Fakat D’Antoni, Suns kariyerinde tam ters yönde ilerledi.

Takımın yaptığı harika başlangıçta Suns, o sezon 50 galibiyetin üzerine çıkan Dallas, Houston ve Seattle gibi bazı takımları adeta dağıttı. Kasım ayında 14 maçta 12 galibiyet, Aralık ayında 15 maçta 13 galibiyet aldılar. Daha önce zirveye oynayan takımların çok azının yapabildiği seviyede üçlük attılar. Nash, yarı sahayı geçmeden pas verebilme konusunda ustaydı. Yıllar boyunca şut süresinin başlarında şut kullanan oyuncular, koçların gazabına uğramıştı ama Phoenix’te koçlar, bunu yapmayan oyunculara kızıyorlardı.

“Hatırlarsanız o dönemde Peyton Manning, NFL’de büyük işler yapıyordu” diyor Richardson. “Peyton Manning, koşmak yerine son metrelerde topu atardı. Biz de ‘Peyton Manning gibi atmak üzereyiz’ derdik. Sanki bu küçük şifremiz gibiydi. Bir sürü üçlük attık. 17-19 üçlük denediğim maçlar oldu.Böyle oynuyorduk. İlk şut sana geliyorsa sen şutu atıyordun.”

11 Ocak 2005 günü Phoenix, evinde O’Neal ve Heat karşısında 122-107 kazanıp 35. maçında 31. galibiyetini aldı ve bir önceki sezon toplamda alınan galibiyet sayısını çoktan geçmişti.

“Bryan’ın ofisine girdim” diyor D’Antoni. “Herhalde 31. galibiyeti falan almıştık. Sabah erken saatlerde ofisine girdim, ona baktım. O da bana bakıyordu. Gülmeye başladık. 35 maçta 31 galibiyet almıştık ve herkesi dağıtıyorduk. Devre arasında koçlar ‘Rehavete kapılmayalım’ diyorlardı. Quentin, Joe ve ilk beş ile Utah’ta bir toplantı yaptım. Dedim ki ‘Beyler, bunun ne kadar bu kadar iyi gittiğini tam olarak bilmiyorum. Bunun devam etmesi için elimizden geleni yapmalıyız.'”

Kazanmak, genelde takım arkadaşları arasında bağı güçlendirir fakat Suns, o sezon birçok diğer takımdan daha güçlü bağlara sahipti.

“Her hafta birlikteydik. Kimi zaman Trix’in evinde kart veya domino oynuyor, kimi zaman Joe’nun evinde kart oynuyorduk” diyor Richardson. “Birimizin annesinin gelip bize yemek yaptığı oluyordu. Sonra benim evimde mangal yapıyorduk. Herkes geliyordu. Yedi kişi oluyordu. Barbosa, Jim Jackson, Jake Voskuhl geliyordu. Bu pek görülmeyen bir şey. Bu kadar oyuncu zorunda kalmadıkça bir araya pek gelmiyor.

Deplasmanlarda birlikte yemeğe, gece kulübüne giderdik. New York’ta ortamlara akardık. Çoğumuz Afroamerikalıydık. Hip-hop kulüplerine giderdik. Steve Nash de bizimle orada takılırdı. Bu da aramızda bir bağ, bir birliktelik oluşturdu ve birlikte takılmaya devam ettik.”

D’Antoni, o sezon Yılın Koçu seçildi. Nash, üst üste kazanacağı iki MVP ödülünün ilkini aldı. O, Stoudemire ve Marion All-Star seçildiler. Nash, yılın takımına seçilirken Stoudemire da yılın en iyi ikinci takımına seçildi. Marion ise kendisine yılın en iyi üçüncü takımında yer buldu.

“O sezon yılın savunmacısı seçilmeliydim” diyor Marion. “Kanat oyuncusuyken bütün sene post oyuncularını savundum ve bunu da gerçekten iyi bir şekilde yaptım. O ödülü kazanamamak gerçekten kalbimi kırdı.”

Richardson da bu konuda hem fikir.

“Bizim takımda Trix, MVP’ydi” diyor Richardson. “Trix her şeyi yapıyordu. Dirk Nowitzki’yi o dönem bu kadar zorlayabilen tek oyuncu o’ydu. Bunu da tek başına yaptı. Böylece biz de kendi oyuncumuzu savunurken ona ikili sıkıştırma götürmek zorunda kalmadık. Ayrıca boyu 2 metreydi. Çıkıp double-double ortalama yaptı. İnanılmaz ribaund alıyordu. O 4 numara oynarken kaybetmiyorduk. Her oyuncuyu değişip savunabiliyordu.”

Suns, playoffların ilk turunda Memphis’i süpürdü ve daha sonra konferans finalinde Dallas’ı altı maçta geçerek oyun kurucularının intikamını soğuk bir iştahla aldı. Nash, serinin son beş maçında akla ziyan bir performans ortaya koydu ve maç başına 32,2 sayı, 11,8 asist ve 6,6 ribaund ortalamaları ile mücadele etti. 68/121 saha içi isabet oranı yakaladı. Dördüncü maçta 48 sayı atıp kariyer playoff rekorunu kırdı ve son maçta 39 sayı, 12 asist ve 9 ribaund ile triple-double’ın eşiğinden döndü.

Fakat o serinin bedeli büyük oldu. İkinci maçta sol gözünün üzerinde yer alan göz çukuru kemiği kırıldı ve konferans finalinde San Antonio ile oynanan üçüncü maça kadar sahalara dönemedi. Hâli hazırda dar olan D’Antoni’nin rotasyonu, Johnson’ın yokluğunun üstesinden gelemedi. Johnson, o sezon her maça ilk beşte başlamış ve 17 sayı, 5 ribaund ortalamaları yakalamıştı.

Tabii bir de Duncan vardı… Onun Spurs‘ü, Phoenix’i beş maçta yıktı.

“Joe Johnson’ın Dallas serisinde sakatlanması gerçekten canımızı yaktı” diyor D’Antoni. “Zaten sekiz kişiyle oynuyorduk. Bu playofflarda iyi ama o olmayınca neredeyse yedi kişiye düştük. Bu zordu. Joe olmayınca Steve, Tony Parker’ı savunmak zorunda kaldı ve bu da onu çok yıprattı. Normalde o, Bruce Bowen’ı savunur köşede beklerdi. Joe da Tony Parker ile boğuşurdu.

Joe, harika bir oyuncu olmasının yanında %48 ile üçlük atıyor ve 17 sayı ortalama ile oynuyordu. Onun yokluğu yapabileceklerimizi çok sınırladı. Tabii San Antonio’nun hakkını da vermek lazım. O olsa da belki kazanamazdık. Çok iyilerdi.”

Suns, o duvarı yıkıp NBA finaline çıkamamış olsa da bugün izlediğimiz her maçta onların mirası görülüyor. Warriors, Steve Kerr ve Alvin Gentry gibi SSOL mezunları ile Suns West gibiydi. Onların şut felsefesi, Warriors‘ın da DNA’sında bulunuyordu. Trae Young veya Darius Garland’in attığı paslara, Clint Capela ve Jarrett Allen’a attıkları alley-oop toplarına baktığımız zaman Nash ve Stoudemire’ı hatırlatıyorlar. Zach LaVine ve DeMar DeRozan post-up sırasına geçip üçlük attıklarında onlar da Richardson ve Johnson’ı hatırlatıyorlar. Miles Bridges’ın potaya her devrilmesi, Marion’a bir selam.

Ve her koçun D’Antoni’ye bu oyun tarzını mümkün kalmakla kılmayıp istenilen bir tarz yapması sebebiyle bir borcu var…

“Bence en büyük tatmin noktası, olabileceğimiz en iyi takımın kilidini açmamız olmuştu” diyor D’Antoni. “O yıl, Batı’da sekizinci olmamız bekleniyordu. Oyuncularınız daha az yetenekliyse ve daha fizikli oyuncularla karşılaşıyorsanız böyleydi. Eğer takımları değerlendiriyorsanız yetenek toplamına bakıyorsunuz. Onların oynadığı gibi geleneksel şekilde oynarsanız dağılırsınız. 82 maç boyunca hiç şansınız olmaz. O yüzden kazanmanın farklı yolları var, oyuncuların yeteneklerini açığa çıkarmanın farklı yolları…”

Basketbol gündemindeki en son gelişmeleri kaçırmamak için tıklayın!