by Steve Francis / Çeviri: Bahadır Akgün / info@eurohoops.net
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı 20 Aralık 2021 tarihinde The Players Tribune‘de yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
2016’da depresyona girmiştim.
Yüksek sesle ve açık bir şekilde tekrar söyleyeyim: Depresyona girmiştim.
Benim gibi birinin bunu söylemesi çok acayip gelebilir, biliyorum. Sonuçta ben Organizasyon’um. Şehir’im. Hayatım mucize bir hayat. Dert edecek neyim var? Kendi mahallemden çıktım. Ligde milyonlarca dolar kazandım. O zamanlar Big Meech’ten daha çok şişe açtırıyorduk. Houston’a uğradığınız zaman kesin iyi zaman geçiriyordunuz. Özellikle Hakeem emekli olunca prangalar tamamen çıkmış oldu. Dream, artık bana akıl vermek için etrafımda değildi ve ben, Houston için meşaleyi taşımalıydım.
Sırf gösteri olsun diye gece kulübünde 20.000 dolar bırakırdık. Veuve Clicquot şişelerini Noel Baba gibi saçıyorduk. Gerçekten. Gecenin sonunda fişe bile hiç bakmışlığım yok. Muhasebecim gelip de ayın sonunda kart ekstresini getirene kadar ne kadar harcadığımızdan haberim olmazdı. Kulaklarından dumanlar çıkardı. “Steve!” derdi, “Yapma yahu!”
Sıfırlarla, virgüllerle, bir sürü virgülle dolu bir ekstre olurdu.
Kimse, bu konuda Houston Rockets gibi değildi. Kimse bu konuda Steve Francis’ten daha büyük değildi ve yine olsa yine yaparım…
Birçok oyuncu, lige adım atabilir.
Birçok oyuncu, All-Star olabilir.
Birçok oyuncu para kazanabilir.
Fakat kaç oyuncu “şehrin kendisi” olabilir?
Şu anda sizinle konuşan kişi işte bu. Terapist değil. Öğretmeniniz değil. Banliyöde büyümüş bir adam değil.
Şehir, sizinle konuşuyor. Dolayısıyla anlattıklarımın gerçek olduğunu biliyorsunuz.
Altı yıl kadar önce zihinsel sağlığımla ilgili sorunlar yaşamaya başladım. O dönemde o kadar stres ve anksiyete ile boğuşuyordum ki yapmak istediğim tek şey, beynimi susturmak için içmekti. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Düşünmek istemiyordum. Sadece Juice and Goose’da, kendi dünyamda oturmak istiyordum.
Sadece bomboş durmak istiyordum. En iyi böyle anlatabiliyorum. Çok kısa süre sonra her gün içmeye başladım. Kariyerim bitmişti ve ne olacağını bilmiyordum. Kaybolmuştum.
Muhtemelen bazılarınız şu anda kafanızı sallıyorsunuzdur. Anlıyorum, anlıyorum. Benim çocukluğumda hislerini anlatmazdı insanlar. Öyle yani, mahallede bu sanki ispiyonculuk gibi bir şeydi. Anlatılmazdı. İnsan, yaşadıklarını kendisine saklayıp yoluna bakardı fakat ben de hikayemi bu yüzden paylaşıyorum. Çünkü tıpkı benim gibi büyüyen ve böyle konuları konuşabilecek kimsesi olmayan kaç tane çocuk olduğunu biliyorum.
1980’lerde Washington’da benim çocukluğumda sıradan bir insanın aklını kaçırmasına neden olacak şeyler gördüm. Aklımdaki ilk anı, o dönem babamın yattığı Lorton Cezaevi’ndeki gardiyanların çırılçıplak üst araması yapmaları. İçeriye kaçak bir şey mi sokuluyor diye bakmak için tüm çocukları kontrol ederlerdi. Daha 3-4 yaşlarındaydım.
“Pantolonunu indirin.”
Evet, gerçekten. İlk hatıranızın bu olduğunu düşünsenize.
Böyle bir ortamda büyüyünce izleri üzerinizde kalıyor. O dönemde Washington’da uyuşturucu salgını vardı resmen. Savaş alanı gibiydi. Evinizde bile rahat rahat oturup huzurlu hissedemezdiniz. Dün gibi hatırlıyorum, bir keresinde okuldan sonra evimizde büyükannem ile oturuyordum. Birden bire adamın biri kapıda bitti. Tak, tak, tak.
Büyükannem kapıyı açtı fakat adamın girmesine izin vermedi. Adam kapıyı sürükleyip içeri girdi. Üvey babam ve bu adamın aralarında bir mesele vardı belli ki çünkü koridorda dövüşmeye başladılar. Çizgi film izlerken bir anda kaos oluştu evde. En kötüsü bu da değil. En kötüsü, polisin gelmesiyle başladı. Binaya girdiler ve bağırmaya başladılar. Ne olduğunu sordular, sonra da tüm ailemin gözlerinin önünde üvey babam ile o adamı dövmeye başladılar. Gözlerimizin önünde ikisine de kelepçeyi takıp onları hapishaneye götürdüler. Kendi evimde olanları izlerken daha 11 yaşındaydım ve şoka uğramıştım.
Sonra yıllar geçtikçe şiddete ve ümitsizliğe tanık olmak, sizin için neredeyse normal bir şey oluyor. Bazen travma sonrası stres bozukluğunun projelerin bir laneti olduğunu düşünüyorum. Tüm hislerinizi gömmeyi öğreniyorsunuz. Yolunuza bakıyorsunuz. Arkadaşlarınızla bir şeylere gülebiliyorsunuz, sanki her şey bir şakaymış gibi. Fakat derinlerde bir yerde çok korkuyorsunuz. Dolayısıyla bir kaçış arıyorsunuz.
Bazıları bunu bira ile yapıyor. Bazıları uyuşturucu ile yapıyor. Benim için çözüm her zaman basketboldu. Beni günün her saatinde şarküterinin hemen dışında elimde bir topla bulabilirdiniz. Otoparkta oturur, birazcık para kazanmak için torbacılar için birkaç şey yapar ve top oynardım. Telefoncu çocuktum. Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Mahalledeki operatör oluyorsunuz. Torbacılar için ankesörlü telefona gelen aramaları açıyorsunuz.
“Sende şunlar var mı?”
“Evet, 20 dakika içinde mekana gel.”
Her gün okuldan sonra işim buydu. Masum, cılız, küçük Steve. Mükemmel bir kılıf. Otoparkın bir tarafında 15 torbacı dururdu, diğer tarafında 15 başka torbacı. Sonra onların orta yerinde elinde basketbol topuyla ben olurdum. Ankesörlü telefonun tepesindeki delikten topu geçirmeye çalışırdım.
Basketbol, benim için bir kaçıştı. Etrafımda komple kaos olsa da elimde top olduğu zaman kendi dünyama çekilirdim. 22 yıl boyunca basketbol, benim kendimi tedavi etme yöntemim oldu. Maple Bulvarı’ndan çıkış biletimdi. Fakirlikten çıkış biletim. Her gün, her an sürekli hayatta kalma içgüdüsü ile hareket etmek zorunda olmaktan çıkış biletim. Nihayet NBA’e gittiğim zaman ne oldu peki? 22 yaşında milyoner olunca ne oldu? Sanki sonunda nefes alabiliyor gibiydim. Sonunda rahatlayabilir ve hayatın tadını çıkarabilirdim. Bu yüzden sürekli kulüplerde gezip her anın tadını çıkardım. Bu yüzden beni hep gülerken görüyordunuz. Yürüyen bir mucizeydim. Herkesi de yanımda götürüyordum. Her şeyi ben ısmarlardım. Siyah karttan çekin ve bırakın gerisini muhasebeci halletsin. Şişe çocuklardık biz!