by Semih Altınbaş / info@eurohoops.net
Bu yazının tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Fenerbahçe 2000’li yıllarda yaptığı atılımın bir meyvesi olarak 2010’lu yıllarda Avrupa basketbolunda zirvenin vazgeçilmez ekiplerinden birisiydi.
Oluşturdukları yapıyı bir ekol olarak değerlendirmekte beis yoktur. Fenerbahçe, Avrupa basketbolunun ekollerinden birisi haline gelmiştir.
Bunu sağlayan en değerli dönem ise Zeljko Obradovic‘in takımın başında olduğu 2013-2020 arası o ihtişamın kapılarının sonuna kadar açıldığı dönemdir.
Ancak Fenerbahçe’nin tarihi bundan da ibaret değil. 1990’lı yılların sonunda İbrahim Kutluay’lı takımla başlayan o yükseliş karşılık bulmadı.
2000’li yılların ortalarında sarı-lacivertli ekip, kulübün potansiyeline hiç yakışmayan organizasyonlarda mücadelesini sürdürüyordu.
Fakat kulübün amatör branşlarda yaptığı ataktan basketbol şubesinin hem kadınlarda hem erkeklerde nasibini almaması gibi bir durum söz konusu olamazdı.
Bu ihtiyaç doğrultusunda 2006 yılında atılan imzalar ve o imzaya giden yoldaki anlayış şubenin kaderini değiştiren ve bugünlere gelen yolun asfaltını döken önemli olgular oldu.
2006 dedik. En ihtişamlı dönemlerinden birisini geçiren Ülkerspor gibi o dönem Efes‘in ardından basketbol denilince en çok anılan camialardan birisiyle birleşme yoluna giden Sarı-Lacivertliler, Aydın Örs yönetiminde yine Kutluay’lı kadrosuyla 16 yıl sonra ligde şampiyonluğa ulaştı.
O takım belki tarihin en derin kadrolarından birisi değildi ancak bütçede yaşanan artışla ve Ülker birleşmesiyle birlikte EuroLeague’in modern tarihinde iz bırakmış profillerle bezenmişti.
Ligde şampiyonluğa ulaşırken EuroLeague sahnesinde de uzun bir aranın ardından tekrar sahne alan Fenerbahçe için Aydın Örs dönemi sona ererken bu yapılanmanın yeni sorumlusu da Avrupa’da tanınan, efsane isim Bogdan Tanjevic oluyordu.
O takımın hikayesi böyle başladı, o hikayeyi güzelleştirenleri ve bugünlerin yolunu açanlar da anılmaya değer.
2007-08 sezonunda Fenerbahçe’nin normal sezon grubu epey zorlu bir gruptu. Son şampiyon Panathinaikos, durgun görünseler de gayet bütçeli ve iddialı yapılanmalar olan Barcelona ile Real Madrid, Lottomattica Roma, Partizan, Brose Bamberg ve Chorale Roanne gibi ekiplerle eşleşen Fenerbahçe C Grubu’nda mücadelesini verecekti.
Üst üste Real Madrid ve Barcelona’dan alınan yenilgilerle başlayan sezonda Fenerbahçe Ülker ilk galibiyetini Abdi İpekçi’deki maçta Roma karşısında aldı. Roma o sezon Erazem Lorbek önderliğinde mücadele ederken David Hawkins’le taçlanan o takım Jasmin Repesa’nın komutasındaydı. Bir ölçüt sayılmazdı ancak sezon başlangıcı için kıymetli bir galibiyetti.
Grubun zayıf halkaları sayılacak Partizan, Roma, Brose ve Roanne’la oynadığı 8 maçın 6’sını kazanan Sarı-Lacivertliler, büyükbaşlara karşı oynadığı hiçbir maçı kazanamadı. Gruplar sona ererken Roma ve Partizan’la aynı galibiyet sayısında olan Fenerbahçe, Partizan’dan ikili averajı son maçta alamamasına rağmen 4. sıradan Son 16 Turu’nun yolcusu oldu.
5’er takımın üst tura çıktığı 3 grupta 16. takımı tamamlamak için en iyi 6. ekip de B Grubu’nun 13. haftasında Cibona Zagreb’in grup sonuncusu, Vincent Collet yönetimindeki Nicolas Batum’lu Le Mans’a yenilmesi sonucunda Fenerbahçe’nin bulunduğu gruptan Roma olarak çıktı.
Yani, teknik olarak Fenerbahçe her türlü o normal sezon grubunu aşacaktı. Son 16’daki grup ise epey zorlayıcı bir gruptu…
Temelde büyükbaş olarak adlandırabileceğimiz tek takım Baskonia‘ydı ve onlar da eski ihtişamlarını yitirmişlerdi. Ona rağmen grupta 6 maçta 5 galibiyet alarak lider çıktılar. Diğer takımlar ise sıralamayı belirlediler. Sıralamayı belirleyen o maçlar öylesine büyük çekişmeye sahne oldu ki…
Fenerbahçe’nin Mirsad Türkcan’dan çok sık yararlanamadığı bir sezon olmasına rağmen Mirsad yine takımın en önemli parçalarından birisiydi. Bununla birlikte yerli-uzun rotasyonlarının da çok geniş olduğunu söylemek lazım. Semih Erden, Ömer Aşık, Oğuz Savaş… Bunlar içerisinde hücumda en gelişkin olanı Oğuz, savunmada en işe yarayanı da Ömer gibi görünüyordu. Öte yandan takımın Gasper Vidmar gibi bir gerçeği de vardı.
İsimleri saydıkça akla gelen ilk şeyler ribaundlar ve bloklar oluyor. Öyle de manyak ribaundçu bir ekipti 2007-08 Fenerbahçe Ülker. Belki uzun rotasyonu öyle çok hikmetli, derinlikli, bilge bir toplam değildi ancak boyalı alanda o mücadeleyi verecek enerjiyi her zaman kendilerinde buldular.
Son 16’nın kaderini belirleyen oyuncular arasında bu isimler de yerlerini aldılar. Gruba Aris deplasmanındaki galibiyetle ve Baskonia deplasmanındaki ağır yenilgiyle başlayan Fener‘de bu sürecin devamındaki maçlarda mücadele olgusunun hissedilmediği tek bir an bulmak dahi çok zordu.
Grubun 3. maçında sahasında Lietuvos Rytas’ı ağırlayan Fenerbahçe’de bu maça damga vuran isim Ömer Aşık oldu. Maç boyunca çember savunmasında yaptığı inanılmaz işleri karşı tarafta da kuvvetli duruşuyla taçlandıran Ömer, takımının 95-91’le gruptaki ilk galibiyetini alarak işleri daha da zora sokmasını engelleyen hamleyi yaptı.
Devamında yine sahasında Aris’le karşılaşan Fenerbahçe olağanüstü bir maç oynadı. Türkiyeli basketbolseverlerin yakından tanıdığı Bracey Wright’ın epey etkili olduğu maçta ayakta kalmayı başaran Tanjevic’in öğrencileri son çeyrekte muazzam bir savunmaya imza attı. Tüm defolarını bir kenara bırakan Sarı-Lacivertliler, Kalaitzis’li, Wright’lı o takıma son çeyrekte yalnızca 10 sayı attırdı.
Maçı da son topa kadar götürmeyi başaran Fener, Willie Solomon’un içeri penetresinin ardından Ömer Aşık’ın ribaundları toplayıp çift denemesine karşılık skoru bulsa da süre tamamlandığı için basket geçerli sayılmadı ve İpekçi’de yenilgiyle sonuçlanan bir gece geride kaldı.
Gruptaki son 2 maçta önce Rytas deplasmanında iyi başlangıcın ardından Hollis Price, Chuck Eidson ve Kenan Bajramovic’in performanslarına boyun eğen Tanjevic Fenerbahçesi son maçta artık her şeyi garantiye almış, kafası rahat Baskonia’yla karşı karşıya geldi.
O maça kadar rakipleri olan Aris ve Rytas’la galibiyet sayıları eşit olan Fenerbahçe, maçı kazanırsa Aris’le arasındaki 7 sayı, Rytas’la arasındaki bir sayılık ikili averaj farklarıyla çeyrek final yolcusu olacaktı.
EuroLeague’in çeyrek finali. En iyi 8 takım.
Böyle bir fırsatı kaçırmayacak birilerini bulmak çok zor değildi.
The King
Willie Solomon o sezon Fenerbahçe’nin en önemli hücum silahıydı. Avrupa basketbolunda 2000’li yılların en iyi hücumcularından birisiydi ve bu tartışmaya dahi açılamaz. 2005-06 sezonunda three-peat hedefiyle yola çıkan Maccabi Tel Aviv‘in de kadrosunun en önemli parçalarından birisiydi.
Fenerbahçe Ülker’de geçirdiği sezonlar arasında 2007-08 sezonunun yeri çok ayrıdır. Tribünle en iç içe olduğu, performansını Abdi İpekçi’de desibel zorlayacak noktalara çıkardığı sezondur ve taraftarların da hâlen sevgililerinden birisidir.
O sezonun en kritik noktasında Baskonia’ya karşı oynanan son maçta 6’da 5 üçlük isabetiyle 28 sayı atan Solomon tarihe geçen o kadronun en büyüğüydü. Yaşça değil, en büyüğüydü.
Fenerbahçe’nin basketbol geleneğinde böyle bir profilin var olması çok özel. Kendi skorunu üretebilen ve aynı zamanda arkadaşlarına da bu noktada yardım sağlayabilen Solomon, playoffta Siena karşısında suskun kalsa da o organizasyonun en iyisiydi, en önde olanıydı.
Tabii o sezon Fenerbahçe’nin guard rotasyonunda görev alan Emir Preldzic gibi geleceğin en büyük yıldızlarından birisi olması beklenen gencecik bir oyuncusu vardı. Fiziği forvet fiziğiydi ancak bir oyun kurucu gibiydi. Şimdilerde Luka Doncic gibi örnekleri benzer şekilde gösterebiliyoruz.
Genellikle süre aldığında top kullanmaktan çekinmeyen, özgüvenli bir görüntüsü vardı Emir’in. Takımın genç çekirdeğinde parlayan bir figürdü ve ondan çok şey bekleniyordu. O belki beklentileri karşılayamadı ancak o sezonun Türkiye basketboluna armağanlarından birisiydi.
DA-DA-DA
Fenerbahçe müthiş dış şut atan bir takım değildi ancak bunu yapmak istedikleri zamanlarda yapabilecek oyuncuları vardı. Bunlardan en önemlisi de şube tarihinin en büyük figürlerinden birisi olan, Fenerbahçe basketbolunu çok farklı yerlere taşımış olan Damir Mrsic’ti.
Mrsic, Fenerbahçe basketbolu için 2007-08 sezonundan çok daha fazlasıdır ancak bu takımdaki yeri de ekibin en keskin dış şutörü olarak elbette büyüktü. Zaman zaman dar kısa rotasyonunda bir oyun kurucu görevini de ifa edebilen Damir, topsuz oyunda tribünleri coşturan bir şutördü.
O sezonun kırılma maçı olan iç sahadaki Siena maçında çok sinik kalmasına rağmen eline top vermekten çekinmeyeceğiniz bir oyuncuydu.
Onunla birlikte takımın önemli bir şutörü de Ömer Onan’dı. Takımın forvet oyuncuları arasında Ömer de çabukluğuyla ve hırsıyla göze çarpan oyunculardandı. Fakat 2010’lu yılların başındaki kadar kritik bir rolü olduğunu söylemek de zordu.
Forvet bütününün Amerikalıları Tarence Kinsey ve James White’tı. Şu an basketbol oynuyor olsalar takımınızda çok isteyebileceğiniz, hevesle yaklaşabileceğiniz oyuncular değiller. Atletizmleri ve oyunu çabuk oynuyor olmaları onlara takımda konforlu bir alan sağlasa da Tanjevic’in en güvendiği opsiyonlar arasında ilk 5’e dahi giremezlerdi. Yine de özellikle Kinsey’nin bazı maçlarda önemli katkılar sunduğu ve takımı rahatlattığı da olmuştur. Zaten sempatik bir figürdü ve taraftarların da sevdiği bir oyuncuydu.
Öte yandan geniş uzun rotasyonuna forvetten eklenen isim Rasim Başak’tı. Rasim Başak nevi şahsına münhasır bir oyuncuydu. Basketboldan bir Rasim Başak geçti…
Boša‘nın emeği
Bogdan Tanjevic’in elindeki malzemeyi en iyi biçimde değerlendirdiği takımlarından birisi o Fenerbahçe kadrosudur. 100. yılında şampiyon olmuş ve EuroLeague’de iddialı bir performans ortaya koymayı hedefleyen Fenerbahçe Ülker’i belki de olabileceği en iyi noktaya taşıdı.
Çeyrek final performansları çok akılda kalan, izlemekten keyif aldığımız bir performans olmasa da Abdi İpekçi tribünleriyle birleşen o kadro sahiden basketbolun nostaljisinde özel yeri olan bir kadro.
Fenerbahçe’nin o yıllarda arkasında şimdikinden çok daha üst düzey bir tribün gücü vardı. İpekçi’de hücumda beste savunmada avaz çıktığı kadar ıslıklı o tribün, o genç bütünlükle harmanlandığında ortaya çok güzel bir organizasyon çıktı. Daha sonraki yıllarda yine İpekçi’de ve Sinan Erdem’de Fenerbahçe tribünlerinin etkili olduğu, takımı harladığı dönemler olsa da artık böyle bir durumdan söz etmek pek mümkün değil.
Tanjevic komutasındaki o takımın büyük şanslarından birisi de buydu işte.
Ancak Tanjevic saha içinde de özel bir şey deniyordu. Bugün baktığımız zaman kariyerlerine pivot olarak başlayıp pivot olarak devam etmiş isimleri rotasyonun mücbir durumundan da ötürü çift uzunlarla yoluna devam edip 4 numaralı dizilişleri daha az tercih ettiği farklı bir yapıydı.
Belki de olması gereken de o idi. Genç, uzun rotasyonunda tecrübeye aç ve kısaların darlıkta olduğu o takımı biraz daha fizikselleştirmeden, işin pisliğini ve hamallığını yaptırmadan üst seviyeye çıkarmak çok mümkün olmayacaktı. Zaten o takımdan çıkan uzunlar 2010’da Türkiye’nin Dünya İkincisi olma serüveninde de özel bir yer taşıdılar.
Aslında çok özel bir savunma takımı olmamalarına ve yerleşimde sürekli hata yapmalarına rağmen rakiplerine illallah ettirmeyi bir şekilde başardıkları anlar çoktu…
Tanjevic’in elindeki o takım belki bizzat Tanjevic’in kendisinin kurduğu bir ekip değildi ancak hemen hemen birçok koçun kariyerinde bir yerlerde bulunmasını, çalışmak isteyeceği bir ekipti. Mutlaka kendisi için de çok da önemli bir deneyim olmuştur.
O deneyimi kendi emeğiyle taçlandıran Boša, Fenerbahçe basketbolunun Avrupa’nın modern tarihinde kazandığı ilk büyük başarıyı sahiplendi ve geleceğin önünü açan, umudu filizlendiren isimlerden birisi oldu.
Tıpkı o takımın diğer parçaları gibi…
Basketbol gündemindeki en son gelişmeleri kaçırmamak için tıklayın!