by Rustin Dodd / Çeviri: Bahadır Akgün / info@eurohoops.net
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı 8 Şubat 2022 tarihinde The Athletic‘te yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
Drazen Petrovic, 1989’da Portland Trail Blazers‘a katıldığı zaman yüz farklı lakabı vardı. Bunların birçoğu anlaşılması güç olmayan lakaplardı. Avrupa’da basketbolseverler, sanatkâr tarzı ve kabiliyetleri nedeniyle ona Mozart diyordu. İtalya’daki bir gazete onu Zagreb’den Çıkan Kutsal Terör olarak adlandırmıştı. Bir başka gazetede Beyaz Isiah Thomas olarak anılıyordu. Zaman zaman Petro deniliyordu. Başka zamanlarda Draz deniliyordu. Real Madrid forması giydiği dönemde Perro Caliente, yani Sıcak Köpek anlamında bir lakap verilmişti kendisine.
Bir de Sovyetler Milli Takımı’nda Petrovic’e rakip olan Litvanyalı efsanevi uzun Arvydas Sabonis’in ona verdiği bir isim vardı: Bir keresinde Sabonis, Petrovic için Palyaço demişti.
Petrovic, belki de NBA dışındaki dünyanın en iyi hücum oyuncusuydu. 1.96’lık bir guard olarak dış şutu, kadife bilekleri ve üst düzey bir Eurostep’i vardı. Efsanevi gözlemci Marty Blake, bu harekete Lawrence Welk hareketi derdi. Petrovic yeteneklerinin yanı sıra farklı da bir karakterdi. Üçlük üzerine üçlük atan, topu arkasından geçirerek paslar veren ve rakipleri çıldırtan ateşli bir Hırvat virtüözdü. 1985’te Cibona Zagreb formasıyla bir maçta 112 sayı atmıştı. 1988’de Yugoslavya Milli Takımı’nı Seul Olimpiyatları’nda gümüş madalyaya taşımıştı. Fakat NBA’e gittiğinde kimse bunların ne kadar işe yarayacağından emin değildi.
Bunun sebeplerinden biri, Mozart‘ın savunma tarafında kötü bir şöhrete sahip olmasıydı. Fakat daha önce Amerikan kolej basketbolunun geleneksel yetiştirici sisteminin dışından, belli bir yaştan sonra lige gelmiş hiçbir yabancı oyuncunun olmamasının da bunda payı vardı. Petrovic, Blazers‘a katıldığı zaman basın mensuplarına kendisine meydan okumak, dünyanın en iyilerine karşı oynayabileceğini kanıtlamak, bir organizasyon oyuncusu olmak için geldiğini söylemişti.
Eğer türünün ilk örneği olması gerekiyorsa da sonuncusu olmayacağından emin olmak istiyordu.
Aradan geçen 30 yılın ardından yabancı basketbolculara dair algının nasıl değiştiği kolay unutuluyor. Bir zamanlar, Dirk ve Pau’dan önce, Giannis ve Joker’dan önce, Peja ve Kukoc ve Manu ve Yao ve Luka ve NBA’i değiştiren bir düzine başka oyuncudan önce çok farklı gözüken, yeni etkilerden, daha geniş yetenek havuzlarından ve Eurostep’ten mahrum bir lig vardı.
İlk zamanları bir düşünün. Dr. James Naismith’in ilk çemberi asmasının ardından basketbol sporu, dünya genelinde örümcek ağları oluşturmaya başladı ve 1936 Olimpiyatları’nda ilk adımlar atıldı. Naismith, o Olimpiyatlar’da Berlin’deki çamurlu sahada Amerika takımının kazandığı altın madalyayı izledi. Daha sonrasında basketbol, Avrupa’nın her yerinde kökleşti. Bu evrim, Demir Perde’nin arkasında basketbolun çok sevildiği II. Dünya Savaşı’ndan onlarca yıl sonra da devam etti.
Fakat basketbol dünya genelinde gelişse de NBA gelişmiyordu. Ligde oynamış ilk Avrupalı oyunculara üstünkörü bir bakış atın, benzer hikayeler bulacaksınız. Lig tarihinin ilk Avrupalı oyuncusu, İtalya doğumlu, Kanada’da büyüyen Hank Biasatti’ydi. Biasatti, 1946’da ABA’de Toronto Huskies ile ilk maçına çıkmıştı.
İkinci ve üçüncü Avrupalılar Frido Frey ve Charlie Hoefer ise ABD’ye göç edip New York’ta büyüyen Alman çocuklardı. Bu gidişat onlarca yıl devam etti. Lige gelen yabancılar genelde Kanada veya ABD’deki bir lise aracılığıyla kendilerini gösteren uzunlardı. Tabii Doğu Avrupalı oyuncuların genelde Batı’dan mahrum bırakılması veya milli oyuncuların Olimpiyatlar’da mücadele edebilmek için amatör oyuncu durumlarını korumak zorunda olması da bunda pay sahibi oldu.
Lig tarihinin en iyi oyuncuları arasında yalnızca dört yabancı oyuncu bulunduran The Athletic’in NBA 75 listesini de bir düşünün. Bu dört oyuncudan kolejde oynamayan iki oyuncu var: 24. sıradaki Giannis Antetokounmpo ve 21. sıradaki Dirk Nowitzki. Diğer iki oyuncu ise 38. sıradaki Steve Nash ve 11. sıradaki Hakeem Olajuwon. Elbette Petrovic’in de bu listede olması mümkündü… 1993’te kariyeri tam da çıkış noktasındayken o araba kazasında ölmemiş olsaydı. Henüz 28 yaşındaydı ve NBA’de yılın takımlarından birine seçilen ilk Avrupalı oyuncu olmuştu. Fakat kariyeri de hayatı gibi kısa sürdü. Yine de etkisi, ligde hâlâ hissediliyor.
Onun yolculuğunu düşünün.
NBA nasıl küresel hâle geldi? Kolej basketbolunun hakkını teslim etmek gerekiyor. Zira kolejdeki koçların yurt dışındaki yetenekleri kovaladığı 1970’li yılların sonu ve 1980’li yılların başına kadar her şey değişmeye başlamamıştı. Guy Lewis, Olajuwon’u Nijerya’da bulup University of Houston’a getirdi. Mary Harshman, Detlef Schrempf ismindeki Alman bir değişim öğrencisini keşfetti ve onu Washington’a getirdi. Aynı dönemlerde Notre Dame koçu Digger Phelps, Yugoslavya’daki bir guardı alabilmek için eski bir tanıdığı ile teması geçti. O guardın ismi Drazen Petrovic’ti.
Adriyatik sahilinde yer alan Sibenik’te büyümüştü Petrovic. Babası polis memuruydu ve annesi ise kütüphane görevlisiydi. Çocukluk ve gençlik yıllarının büyük bölümünde NBA’e maruz kaldığı yegane zamanlar, İtalyan televizyonundaki karıncalı görüntülerdi. Yine de Petrovic, basketbola çabucak ısınmış ve abisinin yolundan giderek salonda her gün çalışmaya başlamıştı. Öncelikle şehrinin takımında forma giydi, Yugoslavya Milli Takımı’nda boy gösterdi. 1982’de Amerikalı basketbolcularla karşı karşıya geldi. 1984’te Cibona Zagreb’e gitti. Bu süreçte Notre Dame’dan gelen teklifi elinin tersiyle itti. Yugoslavya ile 1984 Olimpiyatları’nda bronz madalya kazandığında Amerikalı gözlemci ve basın mensuplarının radarına girmişti.
“Kendimi harika bir oyuncu olarak görmüyorum” diyordu Petrovic, Chicago Tribune’e. “Daha iyi savunma yapmalıyım. Bu konuda çalışmam lazım.”
Petrovic parlayıp giderken altındaki basketbol dünyası da değişmeye başladı. 1985’te Phoenix Suns, Balkan Banger olarak bilinen Bulgaristanlı uzun Georgi Glouchkov’da şansını denemişti. Glouchkov, pek atletik olmasa da çok cana yakın bir insandı fakat işler istendiği gibi gitmedi. Yine de bu deney, bir tohum ekmişti belki de. Başka yerlerde de yetenekler vardı. Onları bulmak gerekiyordu.
Glouchkov’un Avrupa’ya döndüğü yıl Portland Trail Blazers yöneticisi Bucky Buckwalter, kendi vizyonunu uygulamaya geçmişti. Brezilya milli takımında koçluk yapması nedeniyle uluslararası basketbol deneyimi sayesinde Buckwalter, yabancı oyuncuların hakkının yeterince verilmeyen değerli parçalar olduğunu düşünüyordu. Sadece onları ABD’ye götürmenin bir yolunu bulmanız gerekiyordu. 1986 NBA Draftı’nın gerçekleştirildiği gün iki draft hakkını Avrupalı oyuncular için kullanarak ligi şaşırttı. İlk turda Portland, Sovyetler Birliği’nden hünerli dev Sabonis’i seçti. Üçüncü turda ise Minnesotalı pivot John Shasky’nin bir sıra önünden Petrovic’i alarak şansını denedi.
Petrovic henüz bu değişime hazır değildi. Milli takımı, 1988 Olimpiyatları’na hazırlanıyordu ve NBA oyuncuları, Olimpiyatlar’da oynayamayacaktı. Fakat Yugoslavya Milli Takımı, 1986 sonbaharında ABD’ye döndüğü zaman Blazers‘ın ne düşündüğünü anlamak zor olamdı.
“Kesinlikle dünyanın en iyi guardlarından biri” diyordu North Carolina koçu Dean Smith, Petrovic’in gösteri maçında attığı 35 sayıdan sonra.
“Gördüğüm en iyi oyunculardan biri” şeklinde konuştu Kentucky koçu Eddie Sutton, Petrovic’in 32 sayılık başka bir performansından sonra.
“Petrovic, en iyi guardlardan biri” diyordu Arizona koçu Lute Olson.
Tabii ondan şüphe edenler de vardı. Sonraları NBA’de koçluk yapacak olan Mike D’Antoni, Avrupa’da Petrovic ile karşı karşıya gelmiş ve Petrovic’i durdurmuş, daha sonrasında da dünyanın en iyi oyuncularına karşı neler yapabileceğini sorgulamaya başlamıştı. Büyük bir yeteneği elinden kaçıran Phelps ise Petrovic’in kolejde daha iyi gelişim sağlayacağını düşünüyordu. “Doğrudan Avrupa’dan gelip NBA seviyesinde bir guard olabileceğinizi düşünemezsiniz” diyordu Phelps.
Savunması, John McEnroe tarzı hırsı ve Lawrence Welk hareketi ile ilgili soru işaretleri vardı. 1-2-3 adım… NBA’de bunu yediremeyeceği düşünülüyordu. Belki de bu soru işaretlerinin geçerlilik payı vardı. Belki bu şüpheler haklıydı. Petrovic, Schrempf’in başarılarıyla teselli buluyordu. Fakat neticede ondan şüphe edenlerin atladığı bir nokta vardı: Evet, Avrupalı oyuncuların NBA’e alışmaları gerekiyordu fakat ligin de onlara alışması gerekiyordu.