by Bahadır Akgün / info@eurohoops.net
Bu yazının tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Kareem Abdul-Jabbar, 1970 ve 1980’li yıllarda basketbolun en dominant figürlerinden biriydi. UCLA’de üç kez üst üste kolej şampiyonluğu yaşamış ve bu süreçte takımı yalnızca iki maç kaybetmişti.
Hâlâ NBA tarihinin en skorer oyuncusu olan Abdul-Jabbar, kariyeri boyunca beşi Los Angeles Lakers ile olmak üzere toplamda altı şampiyonluk kazandı.
1969-70 sezonunda Milwaukee Bucks formasıyla adım attığı NBA’de Yılın Çaylağı seçildi. Ertesi yıl, Bucks ile NBA şampiyonluğu kazanırken üst üste iki sezon boyunca ligin sayı kralı olmayı da başardı.
1975’te takaslandığı Lakers‘ta 1980, 1982, 1985, 1987 ve 1988 yıllarında NBA şampiyonlukları kazanırken 1984’te Wilt Chamberlain’i geçerek tarihin en skorer oyuncusu unvanını aldı. 1988-89 sezonu sonunda emekli olduğunda toplamda altı MVP ödülü bulunuyordu ve üç farklı kategoride NBA tarihinin rekorlarını kırmıştı.
1995’te Şöhretler Müzesi’ne giren Abdul-Jabbar, 1996’da NBA tarihinin en iyi 50 oyuncusu arasında anılıyordu. 2016’da ise ABD Devlet Başkanlığı tarafından Özgürlük Madalyası kendisine takdim edildi…
Fakat tüm bunları Abdul-Jabbar adı altında yapmadan önce o, Ferdinand Lewis Alcindor Jr. olarak 16 Nisan 1947 günü New York’ta hayata gözlerini açmıştı. University of California’da (UCLA) yıldızını çoktan parlatan Alcindor Jr., burada okuduğu yıllarda tanıştığı İslam dinini daha sonraları benimseyecek ve bir Müslüman olarak NBA tarihine geçen, rekorları alt üst eden performanslara imza atacaktı.
Müslüman olduktan sonra Kareem Abdul-Jabbar ismini alan Alcindor Jr., Müslüman olmaya “Afrika tarihini, kültürünü ve inançlarını” yansıtmak için karar verdiğini söylüyor fakat elbette onun hikayesi bununla sınırlı değil.
Face-2-Face Africa’nın 5 Temmuz 2020 tarihli bir haberinde Abdul-Jabbar’ın neden Müslüman olduğuna dair gönderdiği bir yazılı açıklamada “İşin aslını biliyordum. 2.18’lik boyum ve sporculuğum beni o noktaya getirmişti, eşit fırsatlar değil. Fakat ben aynı zamanda yetkilileri memnun etmeye çalışmaya yönelik bir yetiştirme tarzı ile de mücadele ediyordum. Babam, belli kurallara tabi bir polisti. Ben, rahip ve rahibelerle dolu, kuralların hüküm sürdüğü bir Katolik okuluna gitmiştim. Sonra da daha da fazla kuralları olan koçların takımlarında basketbol oynadım. İsyan, benim için bir seçenek değildi” ifadelerini kullanıyordu.
Fakat İslam’ı seçmek ve Afrika kültürünü yansıtmak, daha sonra kendisini keşfettiği yıllarda onun için artık belki de bir seçenek hâline gelen isyanın, “baskıya ve kurallara isyan”ın bir yolu hâline gelmişti. Zira Abdul-Jabbar’a göre “beyazların genel kanısı, siyahların pek de iyi olmadığı” yönündeydi ve klişe “Amerikan rüyasının” bir yüzü olmak, Abdul-Jabbar’ın hoşuna gitmiyordu çünkü o, verdiği mücadeleye inanıyordu.
Dahası Abdul-Jabbar, beyazların inandığı şekilde “iyi olan siyahların” yalnızca eğlence, spor veya gösteri dünyasında olduğu ve bu fırsatlar için beyazlara minnettar olmaları gerektiği fikrinin yanlış olduğunu, değişmesi gerektiğini düşünüyordu ve “Sadece bunun benim için ne anlama geldiğini bilmiyordum” diyordu.
Martin Luther King Jr.’a hayran olan Abdul-Jabbar, ilk aydınlanmasını ise “Malcolm X’in Otobiyografisi”ni okuyarak yaşamıştı. Üniversitedeki ilk yılında bu kitabı okuyan efsanevi uzun, “Malcolm’un kurumsal ırkçılığa nasıl kurban olduğu ve aslında gerçekten hapis yatmadan önce nasıl bir düzenin esiri olduğu karşısında donup kalmıştım” diyor okudukları ile ilgili ve ekliyor: “Ben de tam olarak böyle hissettim. Olmam gereken birinin imajı tarafından esir edilmiştim.”
Abdul-Jabbar, içine hapsolduğunu hissettiği düzenin çıkarmaya çalıştığı yepyeni bir kahramandı fakat o isyan yoluna girmişti ve artık kendisini baskılayan düzenin dışında bir araştırmanın içine girmişti. Neticede kendisini İslam’ı araştırmaya adadı.
Kareem, 24 yaşında, 1971 yılında artık Müslüman olmuş ve “asil olan, Yüce olanın hizmetkarı” anlamlarına da gelen yeni ismine kavuşmuştu. Kareem’in ismini değiştirmesinin temelinde yine kölelik düzenine olan isyanı yatıyordu. Alcindor ismi, West Indies’de Kareem’in atalarını köle olarak çalıştıran Fransız bir toprak sahibine aitti ve bu isme sahip olmak, ona göre atalarına büyük bir saygısızlık, bir utanç sembolü anlamına geliyordu.
Bazıları için onun İslam’ı seçmesi bir ihanet anlamına geliyordu ve dahası, ailesi de bu durumdan memnun değildi zira din değiştirmenin ailesini, arkadaşlarını ve toplumun desteğini kaybetmek anlamına gelebileceğine inanıyorlardı. Abdul-Jabbar, İslam’ı seçtikten sonra başka bir kadını çok sevse de onu İslam ile tanıştıran Hammas Abdul-Khaalis’in kendisine önerdiği bir kadın ile evlendi ve 1973 yılında Kur’an-ı Kerim’i kendi başına okuyabilmek için yeterli Arapçayı öğrenmek üzere Libya ve Suudi Arabistan’a gitti. Bu süreçte Abdul-Khaalis ile olan ilişkisi de Kur’an öğretileri üzerindeki fikir ayrılıkları nedeniyle zayıfladı.
Bu yazının kalan bölümünde Abdul-Jabbar’ın 29 Mart 2015 tarihinde Al-Jazeera America için kaleme aldığı “Neden Müslüman oldum?” isimli yazıyı sizlerle buluşturuyoruz…
Lew Alcindor olarak doğdum, artık Kareem Abdul-Jabbar’ım.
Lew’den Kareem’e geçiş, hiçbir şekilde herhangi bir sahne adına geçiş gibi değildi; bu, yürek, zihin ve ruhun bir dönüşümüydü. Eskiden Lew Alcindor’dum, beyaz Amerika’nın benden beklentilerinin solgun bir yansıması. Artık Kareem Abdul-Jabbar’ım, Afrika tarihim, kültürüm ve inançlarımın bir göstergesi.
Birçok insan için bir dinden bir diğerine geçiş, o insanın bilincinin yoğun bir şekilde incelenmesini gerektiren özel bir mesele. Fakat ünlü olduğunuz zaman herkes bunu konuşmaya başlıyor. Bilinmeyen veya popüler olmayan bir dine geçiş yaptığınızda zekanız, vatanseverliğiniz ve akıl sağlığınız sorgulanmaya başlıyor. Biliyorum. 40 yıl önce Müslüman olmuş olsam da bu tercihimi hâlâ savunmak zorunda kalıyorum.
Şöhretin getirdiği huzursuzluk
UCLA’deki ilk yılımda İslam ile tanıştım. Basketbolcu olarak ülke genelinde bir şöhrete hâlihazırda kavuşmuş olsam da kişisel hayatımı kendime saklamak için çok uğraştım. Şöhret beni geriyor ve huzursuz ediyordu. Henüz gençtim ve neden bu kadar utandığımı bilmiyordum. Sonraki yıllarda daha iyi anlamaya başladım.
Beni kısıtlayan şeylerden biri, toplumun tebrik ettiği kişinin kendim olmamasıydı. Klasik bir gencin yetişkinliğe geçişindeki kaygıları duymakla kalmıyor, ülkenin en iyi kolej basketbolu takımlarından birinde oynarken eğitimime de devam etmeye çalışıyordu. Buna bir de James Meredith’in Mississippi’de tuzağa düşürüldüğü, Black Panter Party’nin kurulduğu, Thurgood Marshall’ın ilk Afrika-Amerikalı Yüce Divan Hakimi olarak atandığı ve Detroit’teki ırkçı saldırıda 43 kişinin öldüğü, 1.189 kişinin yaralandığı ve 2.000’den fazla binanın yerle bir edildiği 1966 ve 1967’lerin Amerika’sında siyah olmanın getirdiği ağırlığı ekleyin.
İnsanların kutladığı Lew Alcindor’un hayal ettikleri kişi olmadığını fark ettim. Onlar benim ırklar arasındaki eşitliğin tertemiz bir örneği olmamı istiyorlardı. Irkından, dininden ve ekonomik durumundan bağımsız olarak her türlü gruptan gencin, Amerikan rüyasını gerçekleştirebileceğine dair örnek çocuk olmamı istiyorlardı. Onlar için ben, ırkçılığın efsaneden ibaret olduğunun yaşayan kanıtıydım.
İşin aslını biliyordum. 2.18’lik boyum ve sporculuğum beni o noktaya getirmişti, eşit fırsatlar değil. Fakat ben aynı zamanda yetkilileri memnun etmeye çalışmaya yönelik bir yetiştirme tarzı ile de mücadele ediyordum. Babam, belli kurallara tabi bir polisti. Ben, rahip ve rahibelerle dolu, kuralların hüküm sürdüğü bir Katolik okuluna gitmiştim. Sonra da daha da fazla kuralları olan koçların takımlarında basketbol oynadım. İsyan, benim için bir seçenek değildi.
Yine de mutsuzdum. 1960’lı yıllarda büyürken hiçbir siyah rol modelim yoktu. Martin Luther King Jr.’a özverili cesaretinden ötürü, Shaft’a ise kızı kaptığı için hayrandım. Beyaz toplumun genel kanısı, siyahların pek de iyi olmadığı yönündeydi. Onlara göre siyahlar, ya muhtaç, ezilmiş halklardı ve haklarını elde etmek için beyazların yardımına ihtiyaç duyuyorlardı ya da beyazların evlerini, işlerini ve kızlarını çalmak isteyen radikal, bela çıkaran tiplerdi. İyi olan siyahlar ise yalnızca eğlence, spor veya gösteri dünyasındaydı ve bu fırsatlar için beyazlara minnettar olmaları gerekiyordu. Bu gerçeğin bir şekilde yanlış olduğunu ve bir şeylerin değişmesi gerektiğini biliyordum. Sadece bunun, benim için ne anlama geldiğini bilmiyordum.
İlk aydınlanışım büyük oranda birinci sınıftayken okuduğum Malcolm X’in Otobiyografisi’nden kaynaklandı. Malcolm’un kurumsal ırkçılığa nasıl kurban olduğu ve aslında gerçekten hapis yatmadan önce nasıl bir düzenin esiri olduğu karşısında donup kalmıştım. Ben de tam olarak böyle hissettim. Olmam gereken birinin imajı tarafından esir edilmiştim. Yaptığı ilk şey, ailesinin onu yetiştirdiği dinden uzaklaşıp İslam’ı araştırmaya başlamaktı.
Hıristiyanlık, onun için “siyahları köle etmek ve toplumun içine işleyen ırkçılığı desteklemekten sorumlu beyaz kültürünün temelinde yer alıyordu. Ailesi, Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Ku Klux Klan’ın saldırısına uğramış ve evi, KKK’nın alt grubu Black Legion tarafından yakılmıştı.
Malcolm X’in amansız bir suçludan siyasi bir lidere dönüşümü, bana kendi çocukluğuma daha yakından bakma konusunda ilham verdi ve kimliğimi daha derin bir şekilde düşünmeye itti. İslam, ona gerçek kişiliğini bulmasında yardımcı olmuş ve hem siyahlar hem de beyazların gösterdiği hamasetle başa çıkacak gücü vermekle kalmamış, sosyal adalet mücadelesini de kazandırmıştı. Ben de böylece Kur’an’ı incelemeye başladım.
Kanaat ve isyan
Bu karar, beni ruhsal açıdan bir boşluğu doldurmanın dönülmez yoluna soktu fakat tabii kolay bir yol değildi. O yolda ciddi hatalar yaptım. Bir de tabii belki de o yolun o kadar da kolay olmaması, engeller, yanlış tabelalar, yanlış keşifler ile dolu olması gerekiyordur ki inancımız sınanabilsin. Malcolm X’in dediği gibi “Eğer biri, bedelini ödemeye hazırsa o kişi kendisini aptal konumuna düşürmeye mahkumdur.”
Ben de bedelini ödedim.
Daha önce de dediğim gibi saygı kuralları ile yetiştirildim. Özellikle de kuralları koyanlar, öğretmenler, vaizler ve koçlara saygı kurallarına riayet etmem gerekiyordu. Hep farklı bir öğrenciydim. İslam ile ilgili daha fazla bilgi edinmek istediğimde Hammas Abdul-Khaalis hocam oldu. Milwaukee Bucks‘ta oynadığım dönemde Hammas’ın İslam’ı, keyifli bir keşif oldu. 1971’de, 24 yaşındayken Müslüman oldum ve Kareem Abdul-Jabbar ismini aldım.
Genelde bana neden Amerikan kültürüne bu kadar uzak bir dini ve insanların telaffuz etmesinin bu kadar zor olduğu bir ismi seçtiğim soruluyor. Bazı hayranlarım, Amerikan bayrağını yırtıp kiliselerini bombaladığım için meseleyi çok kişiselleştiriyorlar. Aslında ben, kendi Amerikan kültürüme yabancı olan dini reddediyor ve Afrika’dan bana kalan siyah mirasın bir parçasına kucak açıyordum. (Afrika’dan getirilen kölelerin %15 ila %30’u Müslüman’dı.) Hayranlarım, 1930’da Detroit’te kurulan Amerikan İslami hareketi İslam Ulusu’na katıldığımı düşünüyorlardı. Aslında ben İslam Ulusu’nun liderlerinden Malcolm X’e hayrandım fakat siyasi kısımlardan ziyade ruhani kısımlara odaklanmak istediğim için onlara katılmadım. Neticede Malcolm da grubun üç üyesi kendisine suikast düzenlemeden önce grubu reddetmişti.
Anne ve babam da kararımdan memnun değildi. Katı Katolikler olmasalar da beni Hıristiyanlık inancı ile yetiştirmişlerdi. Fakat ben tarihi daha fazla inceledikçe Hıristiyanlığın halkımı maruz bıraktığı rol konusunda gerçeğin daha fazla farkına vardım. Tabii ki 1965’te İkinci Vatikan Konseyi’nin köleliği Tanrı’ya hakaret eden bir “küfür” ve toplum için bir zehir olarak adlandırdığını biliyordum. Fakat benim için hem çok geç kalınmıştı hem de bu yetersizdi. Kilisenin köleliğe son vermek için gücünü ve etkisini kullanmadaki başarısızlığı ve aksine bir şekilde meşru kılmaya çalışması beni öfkelendirdi. Papa’nın çağrısı, yerli halkı köleleştirmeyi ve o halkın topraklarını almayı hoş görüyordu.
Birçok Hıristiyanın kölelik ile savaşmak için hayatlarını ve ailelerini tehlikeye attıklarının ve onlar olmasa köleliğin bitmeyeceğinin farkındayım fakat en kutsal inançları doğrudan ihlal edilirken böylesi rezil bir davranışa göz yuman kültürel kurumlar ile kendimi aynı çizgide bulmak çok zor geliyordu.
Yeni bir isme sahip olmak da hayatımda ailem ve halkımın köleleştirilmesiyle ilgili reddettiğim her şeyin bir uzantısıydı. Alcindor ismi, West Indies’de Kareem’in atalarını köle olarak çalıştıran Fransız bir toprak sahibine aitti. Benim atalarım, günümüzde Nijerya olarak adlandırılan bölgeden gelen Yoruba halkıydı. Bu isme sahip olmak, atalarıma büyük bir saygısızlık anlamına geliyordu. İsmi, bir utanç sembolü gibi geliyordu.
İslam’a kendimi kesin olarak adamıştım. Başka bir kadını çok sevsem de Hammas’ın bana önerdiği bir kadınla evlenmeyi bile kabul etmiştim. Hep bir takım oyuncusuydum ve “Koç” Hammas’ın dediğini yapmıştım. Onun dediği gibi düğüne ailemi de davet etmedim. Bu hatayı telafi etmek, 10 yıldan fazla zamanımı aldı. Hammas’ın yönlendirmelerine dair zaman zaman şüphelerim olsa da yaşadığım büyük ruhsal tatmin nedeniyle bunları mantıklı bir zemine oturtmaya çalışıyordum.
Fakat neticede bağımsız ruhum galip geldi. Tüm dini bilgimi tek bir kişiden almaktan dolayı mutlu değildim ve kendi incelemelerimi yapmaya başladım. Kısa süre sonra Hammas’ın Kur’an ile ilgili bazı öğretilerine katılmadığımı fark ettim ve yollarımızı ayırdık. 1973 yılında Kur’an’ı kendi başıma çalışabilmek üzere yeterli Arapçayı öğrenmek için Libya ve Suudi Arabistan’a gittim. Bu hac seyahatinden temizlenmiş ve yenilenmiş bir inanç ile döndüm.
O günden bu yana Müslüman olma kararımda hiç tereddüt etmedim veya pişman olmadım. Geri dönüp baktığımda keşke tüm bunları daha özel, tüm bu ilgiden ve karmaşadan uzakta yapabilseydim diyorum fakat o dönemde kölelik mirasını ve bu mirası destekleyen dini kurumları reddederek medeni haklar hareketine de bir destek vermiş oluyordum. Bu durum, benim için süreci istediğimden daha siyasi bir hâle getirdi ve benim için çok daha kişisel bir yolculuk olan o süreçte dikkatimi dağıttı.
Birçok insan, inandığı dinin içine doğuyor. Onlar için mesele, çoğu zaman bir miras ve uygunluk meselesi. Sadece dinin öğretilerinde değil, ailelerinden ve bulundukları kültürden dini kabul etme konusunda da inançları, imana dayanıyor. Din değiştiren insan için mesele, tutkulu bir kanaat ve isyan meselesi oluyor. Bizim inancımız, iman ve mantığın bir karışımı çünkü ailelerimize ve topluma yabancı olan inançları kabullenmek için her ikisinin de geleneklerini terk etmek için güçlü bir sebebe ihtiyaç duyuyoruz. Din değiştirmek, riskli bir durum çünkü ailenizi, arkadaşlarınızı ve toplumun desteğini kaybedebilirsiniz.
Bazı hayranlarım bana hâlâ Lew diyor ve ben onları görmezden gelince de rahatsız oluyorlar. Ruhsal tercihime gösterdikleri saygısızlığın hakaretamiz olduğunu fark etmiyorlar. Sanki ben bir oyuncağım da bireysel bir hayatım yok ve onların uygun gördükleri şekilde dünyada varlığımı sürdürüyorum.
Kurbağa Kermit “Yeşil olmak kolay değil” diye söyleniyordu. Amerika’da Müslüman olmayı denesin. Pew Araştırma Merkezi’nin büyük dini grupların davranışları ile ilgili yaptığı bir ankete göre ABD’de halk, en az Müslümanlara saygı gösteriyor, bu anlamda ateistlerden birazcık daha düşük bir yerde kalıyor Müslümanlar. Halbuki Amerika’da en büyük üçüncü din İslam. Kendilerinin Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından gerçekleştirilen saldırılar, terörizm ve insanlık dışı eylemler, dünyanın geri kalanının bizden korkmasına neden oldu. Dünyadaki 1.6 milyar Müslüman’ın birçoğunun barışçıl işlerini gerçekten bilmeden en kötü örnekleri görüyorlar. Müslümanlığı seçmem, bir açıdan da başkalarına onları İslam’a teşvik etmek için değil, karşılıklı saygı, destek ve barış içerisinde yaşayabilmek için dinimi öğretme sorumluluğunu kabul etmek anlamına geliyordu. Dünyada barış içinde yaşayan yalnızca tek bir din, tek bir inanç olmak zorunda değil.
Basketbol gündemindeki en son gelişmeleri kaçırmamak için tıklayın!