by Chris Ballard / Çeviri: Bilal Baran Yardımcı / info@eurohoops.net
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı Sports Illustrated‘te yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
NBA oyuncusunun katamaranı Tahiti kıyılarında kaybolalı 11 sene oluyor. Pasifik’in ortasındaki bu küçük ada etrafında FBI; cinayet, şöhret ve aşk hakkında sorular soran gazetecilerle birlikte araştırmalar yapıyor. Televizyondaki yeniden canlandırmalar ve nefes kesen magazinsel haberler… 11 yıl oldu ve hala gizem çözülemedi.
Adadakilerin çoğu unuttu bile. Diğerleri de yaşananlar hakkında konuşmayı tercih etmiyor. “Çok zaman oldu” diyorlar gözlerini kaçırarak. “Bizimle hiçbir ilgisi yok.” Tahiti, dünya üzerinde cennet olarak bilinen ve turizme bağlı bir yer, neden ölüm hakkında konuşulsun ki?
Fakat daha da derinlere inerseniz hatırlayanları bulabiliyorsunuz. Sadece yaşananları değil, öncesini de.
“Her zaman iki yolumuz olduğunu düşündüm. Ya yaşayarak ölürsün, ya da sadece ölürsün.”
-Bison Dele, önceki adıyla Brian Williams
“Basketbol oyuncusu olan mı?”
dedi Dev Charlie. “Evet, onunla tanışmıştım.”
Dev Charlie uzundu. Polinezyalı birçok kişi gibi o da biradan anlıyordu, göbeği de bunu kanıtlar nitelikteydi. Güldüğünde kahverengileşmiş üç dişi göze çarpıyordu. Charlie, küçük bir ada yerleşkesi olan Tahiti’deki fiyakalı tatil yeri Sofitel’deki sahilde çalışıyordu. Balayına çıkmış zengin çiftlere hindistan cevizi kesmeyi öğretirdi.
Genç ve daha zayıfken ise Sofitel’de resepsiyonda çalışırdı. 10 yıl önce sudaki bungalovlarda kalan yakışıklı, yeşil gözlü devi hatırlıyor. Ona göre bu adam çok kibar bir insandı. Kalbi çok genişti. Orada üç hafta geçirmişti ve Charlie, onun ününün nereden geldiğini öğrenmemişti bile. Kız arkadaşı ise… Bu kadar güzel birini görmemişsinizdir hayatınızda. Charlie, çiftin kırmızı scooter üstünde adanın rüzgarlı yollarında gezdiğini hatırlıyor.
“Aralarındaki sevgiyi hissedebiliyordunuz.” diyor Charlie. Gülmesi kesiliyor sonra: “Yaşananlar çok üzücüydü.”
Charlie’ye göre konuşulması gereken kişi o değil. Teva adında başka biri var. Adanın batı tarafında, tabelaların bile ardında yaşayan bu kişinin telefonu bile yok ancak çevredeki kime sorsanız onu tanır. Teva, neredeyse bir ay boyunca basketbolcu ve kız arkadaşıylaydı her gün. Onların son arkadaşıydı. “Eğer cevapları bulmak istiyorsanız,” diyor Charlie, “Teva’da olabilir.”
1997 yılında Michael Jordanlı Chicago Bulls‘un son yedi senedeki beşinci şampiyonluğunda önemli bir rol oynayan Williams’ın basketbol kariyerinin en önemli anında bile kafası başka yerde gibiydi.
Cevaplar mı?
Sorduğunuz sorulara bağlı bu.
Takvimler 13 Haziran 1997’yi gösteriyordu ve Chicago’daki United Center’da kutlama vardı. Bulls, Utah Jazz‘i Flu Game ve iki son saniye basketinin bulunduğu efsane seride mağlup etmiş, son yedi senedeki beşinci şampiyonluğunu kazanmıştı.
Şimdi takım için parkenin üzerine kurulmuş portatif sahnede toplanma zamanıydı. Kırmızı-Beyaz konfetiler patladı ve 24.000 Chicago taraftarı susmuyordu. Her şeyin ortasında Finaller MVP’si ödülüne sarılan Jordan vardı. Solunda Phil Jackson, onun yanında da Scottie Pippen bulunuyordu. Dennis Rodman ve çocuğunu omuzlarında taşıyan Steve Kerr de uzak değildi.
Fakat Jordan’a en yakın olan oyuncu sağında duran Brian Williams’tı.
Bu ikili, Bulls‘un o sene nisan ayında Williams ile imzalamasının ardından arkadaş olmuştu. Jordan, Williams’ın yeteneklerini maksimize etmek, oyuna olan odağını arttırmak ve fiziksel durumunu geliştirmek için çabalamıştı. Williams da bu çabaların karşılığını vermişti. Neredeyse ilk 5 başlayan Luc Longley kadar dakika alan Williams, Bulls’un şampiyonluk yolunda önemli bir rol oynamıştı. Kerr, Williams olmadan o seriyi kazanabileceklerini düşünmüyor.
10. sınıfa kadar profesyonel basketboldan uzak kalan solak Williams, parkede alışılagelmişin dışında bir zariflikle oynuyordu. Harika outlet paslar atardı, hızlı hücumlarda sahayı hızlı kat ederdi, soğukkanlıydı… 1991 draftında Orlando Magic tarafından 10. sıradan seçilmeden önce ödüller kazanmıştı. Bulls’a katılmadan önceki sezon Clippers‘ta 15.8 sayı – 7.6 ribaund ortalamaları tutturmuştu.
Fakat United Center’daki o an gibi bir şeyi tecrübe etmemişti daha önceden.
İşte tam da bu yüzden garip bir görüntü çıkmıştı ortaya. NBC’nin kayıtlarına baktığınızda 28 yaşındaki Williams’ın sahnede Jordan’ın arkasında, soluk yeşil gözleriyle MJ’in omuzlarının üzerinden etrafı gözlediğini görüyorsunuz. Sanırsınız ki bu, Williams’ın ilk şampiyonluğu değil. Profesyonel kariyerinin en önemli anında Williams mesafeli, somurtkan ve sanki ruhu orada değilmiş gibiydi.
İki yıl sonra Williams, Pistons ile beş yıl – 36.45 milyon dolarlık kontratından vazgeçti, Çeroki ve Afrikalı köklerinden dolayı ismini Bison Dele olarak değiştirdi. Akıllara yukarıda bahsi geçen anlar geldi o zaman da. Kimse inanamamıştı. Kim 36 milyon doları elinin tersiyle iterdi ki?
Çoğu insan geri döneceğini düşünmesine rağmen bunu yapmadı. Bunun yerine kariyeri boyunca kazandığı 16 milyon dolara yakın parayla dünyayı gezdi; Avustralya’daki Outback bölgesini keşfetti, Pasifik Okyanusu’nun güneylerine açıldı. Maceraları onu eninde sonunda Fransız Polinezyası’na götürdü.
Birinden ya da bir yerden kaçmanın olayı budur. Nereye gidersen git, her şeyi arkada bırakman imkansızdır.
Dele’nin yolu Tahiti’ye nasıl düştü?
Bunu anlamak için öncelikle onun kim olduğunu bilmeniz gerekiyor.
Patrick Byrne ile garip bir ikili olmuşlardı. Bryne; beyaz tenli ve kabarık saçlıydı, GEICO sigorta şirketinin önde gelen isimlerinden birinin çocuğuydu. Dele ise bir şarkıcının uzun boylu oğluydu. 1991’de Ahmad El Hosseini adında bir ortak arkadaşları sayesinde tanıştılar. Bu olay, Byrne’nin o zamanlar Brian Williams adındaki bu yeni arkadaşının NBA’de oynadığını öğrenmesinden iki ay önce gerçekleşmişti.
Byrne 21 yaşındayken testis kanseri teşhisi konulmuştu. Üç yıl süren iyileşme sürecinin ardından bir daha asla hiçbir anını boşa harcamamaya adadı kendini. Amerika’yı tek başına bisikletiyle dolaştı, Brezilya’da jiujitsu eğitimi aldı, tekvandoda siyah kuşağa kadar uzandı ve Stanford’da felsefe okudu.
Williams’ta kendine benzer şeyler bulmuştu. Williams da dünyanın önüne sunduklarını değerlendirmeden önce zor bir çocukluk geçirmişti. 1989 yılında Lübnan İç Savaşı sırasında Beyrut’a gitti, Pamplona’da boğalarla koştu, sanat galerisi açılışlarına katıldı ve saksafon, keman ve davul çaldı.
Byrne ile politika, ırk ve felsefe üzerine geceler boyunca yoğun tartışmalar yaptılar. Williams, Friedrich Nietzsche’nin büyük bir hayranıydı. Beyond Good and Evil’i defalarca okudu ve Thus Spake Zarathustra‘dan çok etkilendi. Kitaptaki favori kısmı ise şuydu: “En az bir kez dans etmediğimiz her günü kayıp olarak nitelendirmelisiniz.”
Dans, bu işin önemli parçalarından biri değildi. Byrne ve Williams muhtemelen NBA kontratını ihlal eden aktiviteler konusunda resmi olmayan bir rekor kırmıştı. Salt Lake’ten Phoenix’e hiçbir kamp malzemesi olmadan, tek seferde su molası bile vermeden 80 kilometre giderek bisikletle seyahat etmişlerdi. Pilot lisansı edinip New Hampshire’dan Maine’e uçtular. Kaptan Byrne, yanındaki koltukta oturan ise Williams’tı. Güreş yaptılar, koşulara katıldılar, paraşütle atlayış yaptılar… Öylesine hızlara çıkarak Go-Kart yapıyorlardı ki Williams bir keresinde aşilinden sıkıntı yaşamıştı.
Nereye giderlerse gitsinler bu çift dikkat çekmeyi başarıyordu – ya da en azından Williams. Sebeplerden biri boyu, bir diğeri de ünüydü ve fakat büyülü bir havası da vardı aynı zamanda. “Ortamın en havalısı o olurdu. Herkes onunla takılmak isterdi. Brian’ın öylesine doğal bir havalılığı vardı ki herkes onun etrafında bulunmak isterdi.” diyor Byrne.
Williams’ta özellikle kadınlara karşı etkili olan bir şeytan tüyü vardı. Bütün zarifliğiyle dünyaya o yeşil gözlerinden gizemli ve özgüvenli şekilde bakıyordu. Kadınlar onun kapısının önüne mektuplar bırakırdı. “Bay Williams, siz beni tanımıyorsunuz. Ben sizi her gün arabanıza giderken görüyorum. Yakınlardaki şu kuaförde çalışıyorum. Sizinle bir gece geçirmek her şeyi yaparım, her şeyi. Kocama da söyledim. Beni terk ederse etsin, umurumda değil.”
Williams’ın böyle hayranlara çok ilgisi yoktu ancak uzun süreli ilişki adamı da değildi. Şarkıcılarla, yıldız adaylarıyla görüşürdü. Bir süreliğine Madonna ile bile görüştü. Her ne kadar o süreç onun için yeni bir deneyim olsa da Madonna’yı bencil buluyordu. Bir süre sonra aradığı zaman telefonu Byrne’a veriyor ve onu dinlemesini söylüyordu.
Bir kadın ise farklıydı. Serena Karlan’ın belirgin mavi gözleri, siyah saçları ve tatlı bir yüzü vardı. Williams, onunla 25 yaşında bir lise arkadaşıyla ev arkadaşlığı yaparken 1997 yılında tanıştı. Bir gece ortak arkadaşlarıyla beraber gittikleri Los Angeles’taki bir konserin ardından Serena, “Hiç kalabalık bir odada bulunmana rağmen kendini yalnız hissettin mi?” diye sordu.
Williams irkilmişti. “Evet, tam olarak böyle.” dedi.
Sonrasında olağandışı geçmişini öğrenecekti. Doğumu sırasında 30 kişi meditasyon yapmış, müzik çalmıştı. Ailesi bir yaşındayken ayrılmış, annesi tarafından büyütülmüştü. Serena, düşünceli bir insan olarak büyüdü. Ruh eşlerine ve doğru insanlara inandı. En iyi arkadaşı Stacey Steele ile kahve içip dondurma yerken hayat hakkında konuştukları uzun geceler geçirdi. Aynı zamanda derin bir empati yeteneği vardı.
Serena ve Brian arasında özel bir bağlantı olsa da Brian’ın sekiz senede beş takımı gezdiği NBA kariyeri ilişkiyi biraz zorlamıştı. Nefret ede ede taşındı, ticaretle uğraştı. Modellik tekliflerini reddetti. Bir akşam Los Angeles’taki bir gece kulübünde Prince kendisini masasına davet etti. Sonrasında da beraber limuzinine bindiler. Bağlantıyı koparmadılar ve birkaç yıl sonra Prince, Serena’yı kişisel asistanı olarak işe aldı. Serena için bu garipti. O, rock yıldızı ve kız arkadaşı beraber takılıyorlardı. Bir süre sonra bahsi geçen kız arkadaşına annelik yaparken buldu kendini. Eninde sonunda hayattan daha fazla beklentisi olduğu için ayrılacaktı.
Her yıl Brian’dan haber alırdı. Her ne kadar Brian’ın kurlarına dayanmaya çalışsa da arkadaşları Brian hakkında konuşurkenki hallerini biliyordu. Karşısında onun güzelliğinden değil, dünyaya olan bakış açısından etkilenen biri vardı. NBA’de oynaması önemli değildi. Brian işi hakkında konuşmayı sevmezdi. Duygusal olarak da aşılamaz duvarları var gibiydi. Serena, Brian’ın çok nadiren bahsettiği bir konu olduğunu fark etti: Ailesi.
Patrice Phillips dikkat çeken güzelliğiye genç bir kızdı. Eugene Williams ise şarkıcıydı. İlk çocuklarının adı Kevin’di. Üç sene sonra ise Brian dünyaya geldi. 1970 yılında Eugene, bir gece kulübünde R&B grubu The Platters tarfından keşfedildi. Williams ailesi grupla dünyayı gezdiler. Eugene genelde otellerde kalmayı tercih ediyordu, maceracı değildi. Ailenin bir arada kalamayacağı belliydi. Eugen ve Patricia 1970 yılında ayrılmış, sonradan da boşanmışlardı.
Patricia bir kez daha evlendi ve çocuklarla birlikte Fresno’ya yerleşti ancak bu birliktelik de uzun sürmeyecekti. Üvey baba Ron Barker, Brian ve Kevin’in sonradan arkadaşlarına anlattığından çıkana göre sürekli azarlıyordu çocukları. Brian yedinci sınıftayken Patricia ve Barker ayrıldı. Patricia sonradan “O adamı bilinçaltımdan öyle bir çıkardım ki ne zaman evlendiğimizi, ne kadar evli kaldığımızı ya da ne zaman boşandığımızı hatırlamıyorum bile.” dedi.
Kevin’in de boyu uzundu ancak süregelen astım problemi onu spordan uzak tuttu. Sosyal konularda garipti ancak o da annesi gibi parlaktı. Üçünü sınıftayken koskoca bir ansiklopedi seti okumuştu.
Brian ise daha sosyal ve meraklıydı. O da bir kitap kurduydu ve yerel bir Yunan kafesinde yaşlılara karşı satranç oynardı. Hayatın getirdiği o ufak anların güzelliğinden büyülenirdi.
Arizona Üniversitesi’ndeyken boyunun da etkisiyle basketbola yöneldi. NBA’e gittiği zaman ise ailesi onu aramaya, para istemeye başladı. Brian yükseldikçe Kevin düşüyordu. Sürekli okul değiştirdi. California’da bir üniversiteye gitti ancak mezun olamadı. Astımı için steroid alıyordu. Bu durum birkaç kere acil servise düşmesine bile sebep oldu. Zaman zaman Brian, Kevin’in tedavi masraflarını karşıladı ve ona göz kulak oldu. Kolay değildi. Kevin dengesiz biriydi ve ani çıkışlar gösterebiliyordu. Çok fazla içerdi. Birkaç ayda bir Brian’ı arar ve yeni çizdiği kolay zengin olma yollarını anlatırdı.
Brian her ne kadar ailesinden uzaklaşmak istese de bu kolay değildi. Annesine bir ev aldı ve üniversite masrafları için yaklaşık 80.000 dolar ödedi. İki kez Kevin’e 50.000 dolar verdi. NBA’deki ilk sezonunun bittikten sonra Byrne ile birlikte Salt Lake’ten Phoenix’e yaptıkları bisiklet yolculuğu sırasında Williams, Byrne’a babasından bahsetti. Babasının kokain bağımlılığını anlattı.
Aniden Williams, NBA’den gelen 25.000 dolarlık bonusun 15.000’yle babasına yeni bir Harley almaya karar verdi. Babasına gururla yeni motosikletinin anahtarlarını verirken Byrne’ın deyişiyle dokunaklı bir an yaşanmıştı. “Babası elleri ağzında, olaya kayıtsız bir şekilde dikildi. ‘Bir sonraki seferde bana sadece nakit parayı versen yeter oğlum’ dedi.”
Brian yıkılmıştı. Tekrardan kendini uzaklaştırdı ve kendi ailesini oluşturmaya başladı. Takım arkadaşlarının olmadığı bir arkadaş çevresi vardı. Byrne, Hosseini, Jen Gheur… Gheur, o günleri hayatının en heyecanlı günleri olarak tanımlıyor. “Brian her kapıyı açar, arkasında ne olduğunu merak ederdi.”
Bir arkadaşları daha vardı. Williams’ın kolejden arkadaşıydı Kevin Porter, sonrasında asistanı olmuştu. Bir süre sonra Porter kendini Williams’ın menajeri olarak tanımlamaya başladı fakat FBI ile olan görüşmelerde bazı insanlar Porter için Williams’ın “ayak işlerine bakan ofis adamı” tabirini kullandı.
Williams’ın arkadaşları, çocukluğunun onun peşini bırakmadığını hissediyordu. 1992-93 sezonunda Magic ile sadece 21 maça çıkmıştı, klinik depresyonla uğraşıyordu. Antrenmanlarda dengesiz davranıyordu. Bir keresinde Shaquille O’Neal’ı savunurken bayılmıştı. Bir gece 15 uyku hapı içti. Başka bir seferde ise araba kazası yaptı.
Williams daha sonrasında bu olayların biraz ekstrem olduğunu söyledi. Mutsuzluğunu Orlando’ya ve yaptığı diyete bağladı. “Vejetaryen büyüdüm. Sağlığımın harika olmasını istiyordum. Tabii ki bu konuda kimseye danışmıyordum. Diyetimdeki protein ve demir eksikliği eninde sonunda beni etkiledi.”
Takım arkadaşları Williams’ı garip biri olarak görürdü. Mesafesini korurdu, herkes uçaklarda iskambil oyunları oynarken o kitap okurdu. Paranın hüküm sürdüğü bir ligte Pistons‘tan kendi playoff gelirlerini malzemecilere, temizlikçilere ve antrenörlere dağıtmasını istemişi. Bir keresinde Miles Davis biyogrifisi okurken gözyaşlarına engel olamamış ve takım arkadaşı Tom Tolbert’e Davis’in müzik için olan tutkusu kadar basketbola tutku duyabilmeyi istediğini söylemişti.
O zamanlarda Nuggets‘ta medyayla iletişim direktörlüğü yapan Tommy Shepperd, “Ondan bugün bile hala uyguladığım bir şey öğrendim: İşinin seni tanımlamasına izin verme.” diyor. Sheppard, insanların Williams’ın zekasını ve karizmasını kıskandığını da belirtiyor.
Görmek isteyenler için Williams’ın basketbolda da çok fazla yeteneği vardı. Jordan bunu fark etmişti. Joe Dumars fark etmişti. Kerr, Williams için “Belki de gördüğüm en iyi fiziğe sahip oyuncu” demişti. Belki de en önemlisi, Phil Jackson fark etmişti. Jackson, Brian ile aralarında özel bir iletişim olduğunu söylüyor.
Williams 1999 yılında NBA’den ayrılığında Byrne’a bir email gelmişti: “Eğer Brian NBA’e geri dönmek isterse Phil Jackson ya da Jerry West ile görüşmeli. Onlar Brian’a hem insan hem de basketbolcu olarak çok saygı duyuyor, ona ihtiyaçları var ve istiyorlar.”
Byrne bu mesajı Williams’a iletti ancak Williams oralı olmadı. O, artık dünyayı keşfetmeye gidiyordu. Beyrut’a gitti ve Hosseini ile birlikte dört ay geçirdi. Gece kulüplerinde DJ’lik yaptı, Akdeniz’de jet-ski yaptı, bir su şişesi firmasına yatırım yaptı…
Oradan Avustralya’nın yolunu tuttu ve Outback’te uzun süreler gözden uzak kaldı. Byrne bu duruma şaşırmamıştı. Hatta arkadaşının NBA’den ayrılmak için neden bu kadar beklediğine şaşırıyordu. “En büyük korkusu kirasını araba reklamlarında oynayarak ödeyen 40 yaşında bir NBA oyuncusu olmaktı.” diyor Byrne.
“Belki de tanıyorumdur Teva’yı…”
dedi üstü çıplak adam. “Onu neden görmek istiyorsunuz?”
Merdivenlerin üstünden gözünü kısarak bakıyordu. Esmer tenini özenle yaptırılmış dövmeler kaplıyordu. Yakınlarda yerde yatan, zincirlenmiş bir pitbull yatıyordu. Biraz ileride Mooera’nın kıyı şeridi görülüyordu. Doğuda yükselen dağlar vardı, zirveleri bulutlarla kaplıydı.
Adamın ismi Petero’ydu. Mooera’nın batı kıyısında sörfçüler için bir pansiyonu yönetiyordu. Bölgedeki herkesi tanıyordu bu adam. Teva’nın yakınlardaki bir barakada olduğunu söyledi. Oraya gittiklerinde gördükleri ise hantal bir ergendi. İsmi Teva’ydı ancak daha önce hiçbir basketbolcunun adını duymamıştı. Anlaşılan o ki Moorea’da birçok Teva vardı. Günün geri kalanı onları aramakla geçecekti.
Sofitel’deki Dev Charlie bunu bekliyordu. Bu yüzden de Teva’nın lakabının Ure olduğunu belirtmişti. “Bunu söyleyin, insanlar tanıyacaktır fakat bir kadına söylemeyin.” demişti Charlie. Ure, penis demekti. Bu lakap, Teva’nın kadınlarla olan iletişimini temsil ediyordu. Charlie güldü ve “Bu lakapla seslendiğinizde hoşuna gidiyor.” dedi.
Bu sörf tesisinde sonunda Teva Ure’yi tanıyan biri vardı. Yine de Petero temkinli davranıyordu. Orada daha önce çok fazla Amerikalı görmemişti, hele gazeteci hiç görmemişti. ABD’li bir yazar, Teva’dan ne istiyor olabilirdi? Gazetecinin numarasını, kaldığı oteli ve oda numarasını aldı. Teva’ya bir mesaj gönderecekti, eğer gerçekten tanıyorsa, ve Teva konuşmak isterse otelin yolunu tutacaktı.
Otele dönüş yolu bir saatti. Bu yol, Brian ve Serena’nın beraber o kırmızı scooter’la geçtiği yoldu. Tahiti’nin gerçekten de etkileyici bir güzelliği vardı fakat biraz da vahşiydi. Özellikle de Moorea adası… Yol kenarında insanlar dondurulmuş tavuk eti satıyordu, vahşi köpekler güneşin altında aylaklık ediyordu, çocuklar etrafta çıplak şekilde koşuyordu… En yakın ülke 4.000 kilometre kadar uzaktaki Yeni Zelanda’ydı. Hükümet dağınıktı. Fransız yönetiminin ve yerel rüşvetin kombinasyonuydu adeta.
Kolayca kaybolunabilecek bir yerdi. İnsanların kaçmak istediğinde gittiği bir yerdi.