Bison Dele: 7 Senelik NBA Kariyeri, Kaybolan Bir Tekne, Çözülemeyen Gizemli Ölüm

21/Tem/22 10:39 Temmuz 21, 2022

Bilal Baran Yardımcı

21/Tem/22 10:39

Eurohoops.net

Eurohoops Çeviri, Michael Jordanlı Chicago Bulls ile şampiyonluk yaşayan kadronun bir parçası olan, kişiliğiyle etrafındaki herkesi büyülemeyi başaran Brian Williams’ın dramatik bir sonla biten hayat hikayesiyle sizlerle…

by Chris Ballard / Çeviri: Bilal Baran Yardımcı / info@eurohoops.net

Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.

Bu yazı Sports Illustrated‘te yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.

NBA oyuncusunun katamaranı Tahiti kıyılarında kaybolalı 11 sene oluyor. Pasifik’in ortasındaki bu küçük ada etrafında FBI; cinayet, şöhret ve aşk hakkında sorular soran gazetecilerle birlikte araştırmalar yapıyor. Televizyondaki yeniden canlandırmalar ve nefes kesen magazinsel haberler… 11 yıl oldu ve hala gizem çözülemedi.

Adadakilerin çoğu unuttu bile. Diğerleri de yaşananlar hakkında konuşmayı tercih etmiyor. “Çok zaman oldu” diyorlar gözlerini kaçırarak. “Bizimle hiçbir ilgisi yok.” Tahiti, dünya üzerinde cennet olarak bilinen ve turizme bağlı bir yer, neden ölüm hakkında konuşulsun ki?

Fakat daha da derinlere inerseniz hatırlayanları bulabiliyorsunuz. Sadece yaşananları değil, öncesini de.

“Her zaman iki yolumuz olduğunu düşündüm. Ya yaşayarak ölürsün, ya da sadece ölürsün.”

-Bison Dele, önceki adıyla Brian Williams

“Basketbol oyuncusu olan mı?”

dedi Dev Charlie. “Evet, onunla tanışmıştım.”

Dev Charlie uzundu. Polinezyalı birçok kişi gibi o da biradan anlıyordu, göbeği de bunu kanıtlar nitelikteydi. Güldüğünde kahverengileşmiş üç dişi göze çarpıyordu. Charlie, küçük bir ada yerleşkesi olan Tahiti’deki fiyakalı tatil yeri Sofitel’deki sahilde çalışıyordu. Balayına çıkmış zengin çiftlere hindistan cevizi kesmeyi öğretirdi.

Genç ve daha zayıfken ise Sofitel’de resepsiyonda çalışırdı. 10 yıl önce sudaki bungalovlarda kalan yakışıklı, yeşil gözlü devi hatırlıyor. Ona göre bu adam çok kibar bir insandı. Kalbi çok genişti. Orada üç hafta geçirmişti ve Charlie, onun ününün nereden geldiğini öğrenmemişti bile. Kız arkadaşı ise… Bu kadar güzel birini görmemişsinizdir hayatınızda. Charlie, çiftin kırmızı scooter üstünde adanın rüzgarlı yollarında gezdiğini hatırlıyor.

“Aralarındaki sevgiyi hissedebiliyordunuz.” diyor Charlie. Gülmesi kesiliyor sonra: “Yaşananlar çok üzücüydü.”

Charlie’ye göre konuşulması gereken kişi o değil. Teva adında başka biri var. Adanın batı tarafında, tabelaların bile ardında yaşayan bu kişinin telefonu bile yok ancak çevredeki kime sorsanız onu tanır. Teva, neredeyse bir ay boyunca basketbolcu ve kız arkadaşıylaydı her gün. Onların son arkadaşıydı. “Eğer cevapları bulmak istiyorsanız,” diyor Charlie, “Teva’da olabilir.”

1997 yılında Michael Jordanlı Chicago Bulls‘un son yedi senedeki beşinci şampiyonluğunda önemli bir rol oynayan Williams’ın basketbol kariyerinin en önemli anında bile kafası başka yerde gibiydi.

Cevaplar mı?

Sorduğunuz sorulara bağlı bu.

Takvimler 13 Haziran 1997’yi gösteriyordu ve Chicago’daki United Center’da kutlama vardı. Bulls, Utah Jazz‘i Flu Game ve iki son saniye basketinin bulunduğu efsane seride mağlup etmiş, son yedi senedeki beşinci şampiyonluğunu kazanmıştı.

Şimdi takım için parkenin üzerine kurulmuş portatif sahnede toplanma zamanıydı. Kırmızı-Beyaz konfetiler patladı ve 24.000 Chicago taraftarı susmuyordu. Her şeyin ortasında Finaller MVP’si ödülüne sarılan Jordan vardı. Solunda Phil Jackson, onun yanında da Scottie Pippen bulunuyordu. Dennis Rodman ve çocuğunu omuzlarında taşıyan Steve Kerr de uzak değildi.

Fakat Jordan’a en yakın olan oyuncu sağında duran Brian Williams’tı.

Bu ikili, Bulls‘un o sene nisan ayında Williams ile imzalamasının ardından arkadaş olmuştu. Jordan, Williams’ın yeteneklerini maksimize etmek, oyuna olan odağını arttırmak ve fiziksel durumunu geliştirmek için çabalamıştı. Williams da bu çabaların karşılığını vermişti. Neredeyse ilk 5 başlayan Luc Longley kadar dakika alan Williams, Bulls’un şampiyonluk yolunda önemli bir rol oynamıştı. Kerr, Williams olmadan o seriyi kazanabileceklerini düşünmüyor.

10. sınıfa kadar profesyonel basketboldan uzak kalan solak Williams, parkede alışılagelmişin dışında bir zariflikle oynuyordu. Harika outlet paslar atardı, hızlı hücumlarda sahayı hızlı kat ederdi, soğukkanlıydı… 1991 draftında Orlando Magic tarafından 10. sıradan seçilmeden önce ödüller kazanmıştı. Bulls’a katılmadan önceki sezon Clippers‘ta 15.8 sayı – 7.6 ribaund ortalamaları tutturmuştu.

Fakat United Center’daki o an gibi bir şeyi tecrübe etmemişti daha önceden.

İşte tam da bu yüzden garip bir görüntü çıkmıştı ortaya. NBC’nin kayıtlarına baktığınızda 28 yaşındaki Williams’ın sahnede Jordan’ın arkasında, soluk yeşil gözleriyle MJ’in omuzlarının üzerinden etrafı gözlediğini görüyorsunuz. Sanırsınız ki bu, Williams’ın ilk şampiyonluğu değil. Profesyonel kariyerinin en önemli anında Williams mesafeli, somurtkan ve sanki ruhu orada değilmiş gibiydi.

İki yıl sonra Williams, Pistons ile beş yıl – 36.45 milyon dolarlık kontratından vazgeçti, Çeroki ve Afrikalı köklerinden dolayı ismini Bison Dele olarak değiştirdi. Akıllara yukarıda bahsi geçen anlar geldi o zaman da. Kimse inanamamıştı. Kim 36 milyon doları elinin tersiyle iterdi ki?

Çoğu insan geri döneceğini düşünmesine rağmen bunu yapmadı. Bunun yerine kariyeri boyunca kazandığı 16 milyon dolara yakın parayla dünyayı gezdi; Avustralya’daki Outback bölgesini keşfetti, Pasifik Okyanusu’nun güneylerine açıldı. Maceraları onu eninde sonunda Fransız Polinezyası’na götürdü.

Birinden ya da bir yerden kaçmanın olayı budur. Nereye gidersen git, her şeyi arkada bırakman imkansızdır.

Dele’nin yolu Tahiti’ye nasıl düştü?

Bunu anlamak için öncelikle onun kim olduğunu bilmeniz gerekiyor.

Patrick Byrne ile garip bir ikili olmuşlardı. Bryne; beyaz tenli ve kabarık saçlıydı, GEICO sigorta şirketinin önde gelen isimlerinden birinin çocuğuydu. Dele ise bir şarkıcının uzun boylu oğluydu. 1991’de Ahmad El Hosseini adında bir ortak arkadaşları sayesinde tanıştılar. Bu olay, Byrne’nin o zamanlar Brian Williams adındaki bu yeni arkadaşının NBA’de oynadığını öğrenmesinden iki ay önce gerçekleşmişti.

Byrne 21 yaşındayken testis kanseri teşhisi konulmuştu. Üç yıl süren iyileşme sürecinin ardından bir daha asla hiçbir anını boşa harcamamaya adadı kendini. Amerika’yı tek başına bisikletiyle dolaştı, Brezilya’da jiujitsu eğitimi aldı, tekvandoda siyah kuşağa kadar uzandı ve Stanford’da felsefe okudu.

Williams’ta kendine benzer şeyler bulmuştu. Williams da dünyanın önüne sunduklarını değerlendirmeden önce zor bir çocukluk geçirmişti. 1989 yılında Lübnan İç Savaşı sırasında Beyrut’a gitti, Pamplona’da boğalarla koştu, sanat galerisi açılışlarına katıldı ve saksafon, keman ve davul çaldı.

Byrne ile politika, ırk ve felsefe üzerine geceler boyunca yoğun tartışmalar yaptılar. Williams, Friedrich Nietzsche’nin büyük bir hayranıydı. Beyond Good and Evil’i defalarca okudu ve Thus Spake Zarathustra‘dan çok etkilendi. Kitaptaki favori kısmı ise şuydu: “En az bir kez dans etmediğimiz her günü kayıp olarak nitelendirmelisiniz.”

Dans, bu işin önemli parçalarından biri değildi. Byrne ve Williams muhtemelen NBA kontratını ihlal eden aktiviteler konusunda resmi olmayan bir rekor kırmıştı. Salt Lake’ten Phoenix’e hiçbir kamp malzemesi olmadan, tek seferde su molası bile vermeden 80 kilometre giderek bisikletle seyahat etmişlerdi. Pilot lisansı edinip New Hampshire’dan Maine’e uçtular. Kaptan Byrne, yanındaki koltukta oturan ise Williams’tı. Güreş yaptılar, koşulara katıldılar, paraşütle atlayış yaptılar… Öylesine hızlara çıkarak Go-Kart yapıyorlardı ki Williams bir keresinde aşilinden sıkıntı yaşamıştı.

Nereye giderlerse gitsinler bu çift dikkat çekmeyi başarıyordu – ya da en azından Williams. Sebeplerden biri boyu, bir diğeri de ünüydü ve fakat büyülü bir havası da vardı aynı zamanda. “Ortamın en havalısı o olurdu. Herkes onunla takılmak isterdi. Brian’ın öylesine doğal bir havalılığı vardı ki herkes onun etrafında bulunmak isterdi.” diyor Byrne.

Williams’ta özellikle kadınlara karşı etkili olan bir şeytan tüyü vardı. Bütün zarifliğiyle dünyaya o yeşil gözlerinden gizemli ve özgüvenli şekilde bakıyordu. Kadınlar onun kapısının önüne mektuplar bırakırdı. “Bay Williams, siz beni tanımıyorsunuz. Ben sizi her gün arabanıza giderken görüyorum. Yakınlardaki şu kuaförde çalışıyorum. Sizinle bir gece geçirmek her şeyi yaparım, her şeyi. Kocama da söyledim. Beni terk ederse etsin, umurumda değil.” 

Williams’ın böyle hayranlara çok ilgisi yoktu ancak uzun süreli ilişki adamı da değildi. Şarkıcılarla, yıldız adaylarıyla görüşürdü. Bir süreliğine Madonna ile bile görüştü. Her ne kadar o süreç onun için yeni bir deneyim olsa da Madonna’yı bencil buluyordu. Bir süre sonra aradığı zaman telefonu Byrne’a veriyor ve onu dinlemesini söylüyordu.

Bir kadın ise farklıydı. Serena Karlan’ın belirgin mavi gözleri, siyah saçları ve tatlı bir yüzü vardı. Williams, onunla 25 yaşında bir lise arkadaşıyla ev arkadaşlığı yaparken 1997 yılında tanıştı. Bir gece ortak arkadaşlarıyla beraber gittikleri Los Angeles’taki bir konserin ardından Serena, “Hiç kalabalık bir odada bulunmana rağmen kendini yalnız hissettin mi?” diye sordu.

Williams irkilmişti. “Evet, tam olarak böyle.” dedi.

Sonrasında olağandışı geçmişini öğrenecekti. Doğumu sırasında 30 kişi meditasyon yapmış, müzik çalmıştı. Ailesi bir yaşındayken ayrılmış, annesi tarafından büyütülmüştü. Serena, düşünceli bir insan olarak büyüdü. Ruh eşlerine ve doğru insanlara inandı. En iyi arkadaşı Stacey Steele ile kahve içip dondurma yerken hayat hakkında konuştukları uzun geceler geçirdi. Aynı zamanda derin bir empati yeteneği vardı.

Serena ve Brian arasında özel bir bağlantı olsa da Brian’ın sekiz senede beş takımı gezdiği NBA kariyeri ilişkiyi biraz zorlamıştı. Nefret ede ede taşındı, ticaretle uğraştı. Modellik tekliflerini reddetti. Bir akşam Los Angeles’taki bir gece kulübünde Prince kendisini masasına davet etti. Sonrasında da beraber limuzinine bindiler. Bağlantıyı koparmadılar ve birkaç yıl sonra Prince, Serena’yı kişisel asistanı olarak işe aldı. Serena için bu garipti. O, rock yıldızı ve kız arkadaşı beraber takılıyorlardı. Bir süre sonra bahsi geçen kız arkadaşına annelik yaparken buldu kendini. Eninde sonunda hayattan daha fazla beklentisi olduğu için ayrılacaktı.

Her yıl Brian’dan haber alırdı. Her ne kadar Brian’ın kurlarına dayanmaya çalışsa da arkadaşları Brian hakkında konuşurkenki hallerini biliyordu. Karşısında onun güzelliğinden değil, dünyaya olan bakış açısından etkilenen biri vardı. NBA’de oynaması önemli değildi. Brian işi hakkında konuşmayı sevmezdi. Duygusal olarak da aşılamaz duvarları var gibiydi. Serena, Brian’ın çok nadiren bahsettiği bir konu olduğunu fark etti: Ailesi.

Patrice Phillips dikkat çeken güzelliğiye genç bir kızdı. Eugene Williams ise şarkıcıydı. İlk çocuklarının adı Kevin’di. Üç sene sonra ise Brian dünyaya geldi. 1970 yılında Eugene, bir gece kulübünde R&B grubu The Platters tarfından keşfedildi. Williams ailesi grupla dünyayı gezdiler. Eugene genelde otellerde kalmayı tercih ediyordu, maceracı değildi. Ailenin bir arada kalamayacağı belliydi. Eugen ve Patricia 1970 yılında ayrılmış, sonradan da boşanmışlardı.

Patricia bir kez daha evlendi ve çocuklarla birlikte Fresno’ya yerleşti ancak bu birliktelik de uzun sürmeyecekti. Üvey baba Ron Barker, Brian ve Kevin’in sonradan arkadaşlarına anlattığından çıkana göre sürekli azarlıyordu çocukları. Brian yedinci sınıftayken Patricia ve Barker ayrıldı. Patricia sonradan “O adamı bilinçaltımdan öyle bir çıkardım ki ne zaman evlendiğimizi, ne kadar evli kaldığımızı ya da ne zaman boşandığımızı hatırlamıyorum bile.” dedi.

Kevin’in de boyu uzundu ancak süregelen astım problemi onu spordan uzak tuttu. Sosyal konularda garipti ancak o da annesi gibi parlaktı. Üçünü sınıftayken koskoca bir ansiklopedi seti okumuştu.

Brian ise daha sosyal ve meraklıydı. O da bir kitap kurduydu ve yerel bir Yunan kafesinde yaşlılara karşı satranç oynardı. Hayatın getirdiği o ufak anların güzelliğinden büyülenirdi.

Arizona Üniversitesi’ndeyken boyunun da etkisiyle basketbola yöneldi. NBA’e gittiği zaman ise ailesi onu aramaya, para istemeye başladı. Brian yükseldikçe Kevin düşüyordu. Sürekli okul değiştirdi. California’da bir üniversiteye gitti ancak mezun olamadı. Astımı için steroid alıyordu. Bu durum birkaç kere acil servise düşmesine bile sebep oldu. Zaman zaman Brian, Kevin’in tedavi masraflarını karşıladı ve ona göz kulak oldu. Kolay değildi. Kevin dengesiz biriydi ve ani çıkışlar gösterebiliyordu. Çok fazla içerdi. Birkaç ayda bir Brian’ı arar ve yeni çizdiği kolay zengin olma yollarını anlatırdı.

Brian her ne kadar ailesinden uzaklaşmak istese de bu kolay değildi. Annesine bir ev aldı ve üniversite masrafları için yaklaşık 80.000 dolar ödedi. İki kez Kevin’e 50.000 dolar verdi. NBA’deki ilk sezonunun bittikten sonra Byrne ile birlikte Salt Lake’ten Phoenix’e yaptıkları bisiklet yolculuğu sırasında Williams, Byrne’a babasından bahsetti. Babasının kokain bağımlılığını anlattı.

Aniden Williams, NBA’den gelen 25.000 dolarlık bonusun 15.000’yle babasına yeni bir Harley almaya karar verdi. Babasına gururla yeni motosikletinin anahtarlarını verirken Byrne’ın deyişiyle dokunaklı bir an yaşanmıştı. “Babası elleri ağzında, olaya kayıtsız bir şekilde dikildi. ‘Bir sonraki seferde bana sadece nakit parayı versen yeter oğlum’ dedi.”

Brian yıkılmıştı. Tekrardan kendini uzaklaştırdı ve kendi ailesini oluşturmaya başladı. Takım arkadaşlarının olmadığı bir arkadaş çevresi vardı. Byrne, Hosseini, Jen Gheur… Gheur, o günleri hayatının en heyecanlı günleri olarak tanımlıyor. “Brian her kapıyı açar, arkasında ne olduğunu merak ederdi.”

Bir arkadaşları daha vardı. Williams’ın kolejden arkadaşıydı Kevin Porter, sonrasında asistanı olmuştu. Bir süre sonra Porter kendini Williams’ın menajeri olarak tanımlamaya başladı fakat FBI ile olan görüşmelerde bazı insanlar Porter için Williams’ın “ayak işlerine bakan ofis adamı” tabirini kullandı.

Williams’ın arkadaşları, çocukluğunun onun peşini bırakmadığını hissediyordu. 1992-93 sezonunda Magic ile sadece 21 maça çıkmıştı, klinik depresyonla uğraşıyordu. Antrenmanlarda dengesiz davranıyordu. Bir keresinde Shaquille O’Neal’ı savunurken bayılmıştı. Bir gece 15 uyku hapı içti. Başka bir seferde ise araba kazası yaptı.

Williams daha sonrasında bu olayların biraz ekstrem olduğunu söyledi. Mutsuzluğunu Orlando’ya ve yaptığı diyete bağladı. “Vejetaryen büyüdüm. Sağlığımın harika olmasını istiyordum. Tabii ki bu konuda kimseye danışmıyordum. Diyetimdeki protein ve demir eksikliği eninde sonunda beni etkiledi.”

Takım arkadaşları Williams’ı garip biri olarak görürdü. Mesafesini korurdu, herkes uçaklarda iskambil oyunları oynarken o kitap okurdu. Paranın hüküm sürdüğü bir ligte Pistons‘tan kendi playoff gelirlerini malzemecilere, temizlikçilere ve antrenörlere dağıtmasını istemişi. Bir keresinde Miles Davis biyogrifisi okurken gözyaşlarına engel olamamış ve takım arkadaşı Tom Tolbert’e Davis’in müzik için olan tutkusu kadar basketbola tutku duyabilmeyi istediğini söylemişti.

O zamanlarda Nuggets‘ta medyayla iletişim direktörlüğü yapan Tommy Shepperd, “Ondan bugün bile hala uyguladığım bir şey öğrendim: İşinin seni tanımlamasına izin verme.” diyor. Sheppard, insanların Williams’ın zekasını ve karizmasını kıskandığını da belirtiyor.

Görmek isteyenler için Williams’ın basketbolda da çok fazla yeteneği vardı. Jordan bunu fark etmişti. Joe Dumars fark etmişti. Kerr, Williams için “Belki de gördüğüm en iyi fiziğe sahip oyuncu” demişti. Belki de en önemlisi, Phil Jackson fark etmişti. Jackson, Brian ile aralarında özel bir iletişim olduğunu söylüyor.

Williams 1999 yılında NBA’den ayrılığında Byrne’a bir email gelmişti: “Eğer Brian NBA’e geri dönmek isterse Phil Jackson ya da Jerry West ile görüşmeli. Onlar Brian’a hem insan hem de basketbolcu olarak çok saygı duyuyor, ona ihtiyaçları var ve istiyorlar.”

Byrne bu mesajı Williams’a iletti ancak Williams oralı olmadı. O, artık dünyayı keşfetmeye gidiyordu. Beyrut’a gitti ve Hosseini ile birlikte dört ay geçirdi. Gece kulüplerinde DJ’lik yaptı, Akdeniz’de jet-ski yaptı, bir su şişesi firmasına yatırım yaptı…

Oradan Avustralya’nın yolunu tuttu ve Outback’te uzun süreler gözden uzak kaldı. Byrne bu duruma şaşırmamıştı. Hatta arkadaşının NBA’den ayrılmak için neden bu kadar beklediğine şaşırıyordu. “En büyük korkusu kirasını araba reklamlarında oynayarak ödeyen 40 yaşında bir NBA oyuncusu olmaktı.” diyor Byrne.

“Belki de tanıyorumdur Teva’yı…”

dedi üstü çıplak adam. “Onu neden görmek istiyorsunuz?”

Merdivenlerin üstünden gözünü kısarak bakıyordu. Esmer tenini özenle yaptırılmış dövmeler kaplıyordu. Yakınlarda yerde yatan, zincirlenmiş bir pitbull yatıyordu. Biraz ileride Mooera’nın kıyı şeridi görülüyordu. Doğuda yükselen dağlar vardı, zirveleri bulutlarla kaplıydı.

Adamın ismi Petero’ydu. Mooera’nın batı kıyısında sörfçüler için bir pansiyonu yönetiyordu. Bölgedeki herkesi tanıyordu bu adam. Teva’nın yakınlardaki bir barakada olduğunu söyledi. Oraya gittiklerinde gördükleri ise hantal bir ergendi. İsmi Teva’ydı ancak daha önce hiçbir basketbolcunun adını duymamıştı. Anlaşılan o ki Moorea’da birçok Teva vardı. Günün geri kalanı onları aramakla geçecekti.

Sofitel’deki Dev Charlie bunu bekliyordu. Bu yüzden de Teva’nın lakabının Ure olduğunu belirtmişti. “Bunu söyleyin, insanlar tanıyacaktır fakat bir kadına söylemeyin.” demişti Charlie. Ure, penis demekti. Bu lakap, Teva’nın kadınlarla olan iletişimini temsil ediyordu. Charlie güldü ve “Bu lakapla seslendiğinizde hoşuna gidiyor.” dedi.

Bu sörf tesisinde sonunda Teva Ure’yi tanıyan biri vardı. Yine de Petero temkinli davranıyordu. Orada daha önce çok fazla Amerikalı görmemişti, hele gazeteci hiç görmemişti. ABD’li bir yazar, Teva’dan ne istiyor olabilirdi? Gazetecinin numarasını, kaldığı oteli ve oda numarasını aldı. Teva’ya bir mesaj gönderecekti, eğer gerçekten tanıyorsa, ve Teva konuşmak isterse otelin yolunu tutacaktı.

Otele dönüş yolu bir saatti. Bu yol, Brian ve Serena’nın beraber o kırmızı scooter’la geçtiği yoldu. Tahiti’nin gerçekten de etkileyici bir güzelliği vardı fakat biraz da vahşiydi. Özellikle de Moorea adası… Yol kenarında insanlar dondurulmuş tavuk eti satıyordu, vahşi köpekler güneşin altında aylaklık ediyordu, çocuklar etrafta çıplak şekilde koşuyordu… En yakın ülke 4.000 kilometre kadar uzaktaki Yeni Zelanda’ydı. Hükümet dağınıktı. Fransız yönetiminin ve yerel rüşvetin kombinasyonuydu adeta.

Kolayca kaybolunabilecek bir yerdi. İnsanların kaçmak istediğinde gittiği bir yerdi.

Kevin Williams hep gözlerden uzakta olmayı hayal etmişti

Arkadaşlarının dediğine göre hiçbir zaman kendi bedeniyle mutlu olmadı. Daha da kötüsü küçük kardeşinin gölgesinde büyüdü. Benziyor olmaları durumu daha da kötü hale getiriyordu. Kevin, Brian’ın daha kilolu, daha az yakışıklı versiyonu gibiydi. Büyürken sonu gelmeyen tartışmalar yaşadılar. Yetişkin olduğunda ise Kevin hakkının yeterince verilmediğini, hor görüldüğünü hissetti. Çocukluğundan beri en yakın arkadaşı olan Paul White, Kevin’i “birçok duygusunu saklayan karmaşık bir adam” olarak tanımlıyor.

Tıpkı Brian gibi Kevin de depresyonla haşır neşirdi. İlaç kullanırken birden fazla kez intihar girişiminde bulundu. White, Kevin’in sorunlarının çocukluğuna dayandığını düşünüyor. “Çocukken boşanma süreci yaşıyorsunuz, sizin zekanızı ve yapabildiklerinizi kıskanan bir üvey babanıız oluyor ve anneniz bunlar olurken sadece izliyor… Bu iki adam da büyürken yaşadıkları zorluklar yüzünden oluşan boşlukları doldurmak için bir şeyler arıyordu. Sadece kendin olduğun için sevilmek, güvende hissetmekti bu boşluklar.”

Kevin ailesinden gittikçe uzaklaştı. 2002’nin şubat ayında Kevin, Brian ile arasını düzeltmek için Yeni Zelanda’ya giderek sürpriz yaptığında iki ebeveyniyle de konuşmayalı dört sene olmuştu.

O noktada Byrne, kendi başına başarıya ulaşmıştı. 1999’da Overstock.com adından bir internet üzerinden alışveriş sitesi kurdu. Günde 16 saat çalışmaya başladı. Artık Brian ile görüşmeye, dünyayı gezmeye vakit bulamıyordu.

İkili email aracılığıyla bağlantıda kalmaya devam etti. Bazı mailler gizliydi, bazıları ise daha açıktı. Düşünceler, hayaller, şiirler vardı içeriklerinde. Bir tanesinde Williams, şunları yazmıştı:

“Bazı insanlar kendi tabiatlarında bulunan iyilikleri asla fark edemeyecek çünkü durup kendilerine bakmıyorlar. Dünyada şansa inanan çok insan var. Bence; 

Ne düşünüyorsan onu yaratırsın,
Ne yarattıysan onu dışa vurursun,
Neyi dışa vurursan onu tecrübe edersin
Tecrübelerin seni sen yapar
Sen ise düşüncelerinden ibaretsindir.”

Byrne, Gheur ve diğerleri sık sık Williams’tan haber alıyordu. Monaco’daydı. Beyrut’ta kadınların peşinden koşuyordu. Avustralya’da bir sörf dükkanında takılıyordu. Fremantle’de kamp yapıyordu.

Medyadan detayları öğreniyorlardı. Avustralya’da bir barda Williams, Ollie McPherson adında bir ressamla tanıştı ve seyahat arkadaşı oldular. Kırsalda aylarca kamp yaptılar, Adelaide’de görüldüklerinde öyle bir haldeydiler ki yerel halktan sanıldılar. “Huzuru arıyordu. Onu dışarıda bekleyen şeyler vardı ve o da onları takip ediyordu. Ruhunu arındırmak istiyor gibiydi.” diyor McPherson.

Hosseini, Brian için endişeleniyordu. Brian’ın düzenli esrar kullandığını ve genç kadınlarla takıldığını biliyordu.

2000 yılında Brian, çocukluğundan beri kurduğu hayali gerçekleştirdi ve denize açılmayı öğrendi. 650.000 dolara bir katamaran aldı ve adını “endişeye mahal yok” anlamına gelen Hukuna Matata yaptı. 1997’de inşa edilen bu bot yaklaşık 17 metre uzunluğundaydı. İçinde birkaç yatak odası, bir mutfak ve Williams’ın kanepeler, armut koltuklar ve bir televizyonla doldurduğu yaşam alanı vardı. Değişen kaptanlar, arkadaşlar ve seyahat partnerleriyle birlikte Williams; Avustralya’dan Papua Yeni Gine yakınlarındaki Vanuatu adasına yelken açtı.

Ufak bir limana park eder, karaya çıkar ve bütün halkla ateş etrafında kaynaşırdı. Bob Marley konser kayıtlarını ekrana yansıtır ve kanolar izlemek için sıraya dizilirdi.

Bu tekne, Brian’ın Serena’yla kurduğu bağın bir parçası oldu. 2001’de Williams, Serena’ya yeniden ulaştı. Serena’nın yolculuğu yanlış başlangıçlar ve hayal kırıklıklarıyla dolmuştu. İlkokul hocalarından birinin cesaretlendirmesi sonucu New York’a taşınmıştı. İşine dair bir tutkusu yoktu. Her şeyden çok bir amaç belirlemek istiyordu kendine.

11 Eylül 2001’de yaşananların ardından Serana, Williams’tan haber aldı. Williams endişelenmişti. Serena’ya kendisine katılmasını teklif etti. Serena düşünmek için zaman istedi, ardından iki haftalığına gitmeye karar verdi. İki hafta, beş haftaya uzadı. Döndüğünde annesine harika vakit geçirdiğini söylese de işlerin ciddileşeceğini düşünmüyordu. Brian, hiçbir zaman ilişki adamı olmamıştı. Aynı zamanda o da henüz emin değildi.

Birkaç hafta geçti. Williams bir kez daha çağırmıştı. Serena’nın ödemesi gereken faturaları, finansal sorumlulukları vardı. Kısa bir süre sonra Williams’tan bir paket ona ulaştı. İçinde 50.000 dolarlık bir çek ve “Finansal durumun hakkında düşüncelerim budur” yazan bir not vardı. Bu sefer Williams, Serena’yı ziyaret etmesi için değil, beraber yaşamak için çağırıyordu.

Serena arkadaşlarına ve annesine danıştı. Hepsi onu destekledi ancak her türlü gideceğini biliyorlardı zaten. “İnsanlarla derin bir bağ kurardı fakat bir tek Brian ona bu şekilde hissettirdi.” diyor Serena’nın annesi Gael.

2002 yılının başlarında Serena, Williams ile buluşmak için Yeni Zelanda’nın yolunu tuttu. Onları geçmişte ayrı tutan şeyler artık bir sorun değildi. Serena arkadaşlarına çok mutlu olduğunu, gerçek bir şey bulduğunu söylemişti.

Birkaç ay sonra Kevin Williams da Yeni Zelanda’ya olan sürpriz yolculuğunu gerçekleştirdi. İkiliye katılmak istedi. Serena tedirgindi. En iyi arkadaşı Steele’i aradı. “17 yıldır Serena’yı tanıyorum, ilk defa bir insan hakkında olumsuz konuştuğunu duydum.” diyor Steele.

Ne biliyoruz?

Beş ay sonra, 6 Temmuz sabahı Hukuna Matata, Tahiti’nin başkentindeki Pape’ete’deki bir limandan ayrıldı. Katamaranda dört kişi vardı. Bison Dele, Serena Karlan, Kevin Williams (sonrasında ismini Miles Davis ve anne tarafından bir akrabayı onurlandırmak için Miles Dabord olarak değiştirdi), ve Fransız kaptan Bertrand Saldo.

Bundan sonraki iki günde tekneden üç uydu araması çıktı.

Ondan sonrası ise tamamen boşluk.

Akşam 6’da oteldeki telefon çaldı

“Burada seni görmek isteyen bir adam var.” dedi resepsiyondaki kadın.

Ufukta güneş görünmüyordu ancak pembe parıltılar hala gökyüzündeydi. Sahilin yakınlarında, turistlerin ve kötü bir müzik grubunun arkasında atkuyruğu saçlarını örgü beresine sıkıştırmış bir adam oturuyordu. 40 yaşlarında gösteriyordu. Lakabını karşılayacak şekilde 20’li yaşlarında sarışın bir turistle gülüşerek, şaraplarını yudumlayarak sohbet ediyordu.

“Brian Williams’ı araştıran birini duyduğum an gelmem gerektiğini düşündüm.” dedi Fransız aksanıyla konuştuğu İngilizcesiyle.

İlk olarak Teva neden bunca yıl geçtikten sonra birinin Williams’ı araştırdığını, basketbolcu hakkında konuşmak istediğini bilmek istiyordu. Neden şu an oluyordu bunlar?

Anlaşılabilir bir soruydu. Basitçe cevaplaması da zordu aynı zamanda. İnsanlar hala açığa çıkmayan hikayeyi merak edebilirdi, hala az çok insanların hayatına etki eden bu garip hikayeyi merak edebilirdi. Peki ya siz herkes gibi ölüm hakkında değil de yarıda kalmış bir hayat hakkında konuşmak istediğinizi, Brian Williams’ın yolculuğunun neden tamamlanmadığını değil de bu yolculuğa onun neyi ittiğini merak ettiğinizi, eninde sonunda aradığı şeyi bulup bulamadığını bilmek istediğinizi nasıl dökecektiniz kelimelere?

Teva dinledi fakat şüpheci yaklaştı. “Kardeş gibiydik. Serena da kız kardeşim gibiydi. Onlar hala burada, kalbimde.” dedi.

Kayıt cihazını açma teklifi reddedildi. Teva’nın dediğine göre bu hikaye çok özeldi, çok şeyi açık edecekti. Bunu kimseye anlatmamıştı, en azından hiçbir gazeteciye. Eninde sonunda bir takas teklifiyle geldi.

“Sana hikayeyi anlatacağım.” dedi ve birasından bir yudum aldı. “Yüz dolar karşılığında.”

Katamaran’ın hiçliğe gitmesinden sonraki birkaç ay boyunca sadece kargaşa hakimdi. İnsanların yakınları bir haber bekledi, en ufak bir şey. Ağustos ayının sonlarına doğru ABD Sahil Güvenlik Teşkilatı, Tahiti’nin 1.000 mil çapındaki bütün gemileri hedefleyen bir teleks mesajı yolladı. Serena’nın üvey babası Scott Ohlgren, olayların 24 sayfalık bir özetini çıkardı ve FBI ile Beyaz Saray ile yardım için iletişime geçmeye çalıştı. Serena’nın annesi Gael Rosewood, umudunu koruyordu.

5 Eylül’de ilk ipucu bulundu.

O gün öğlen saatlarinde Phoenix’te Bison Dele’ye çok benzeyen, pasaportunu ve çek defterini elinde bulunduran ve Bison Dele olduğunu iddia eden bir adam; Certified Mint adındaki bir kuyumcudan yüklü bir miktar altın almaya çalıştı. Çekin üzerinde net ve küçük bir şekilde yazan toplam miktar 152.096 dolardı.

Banka hemen Dele’nin asistanı Kevin Porter’a haber verdi. Porter da önce Certified Mint ile, sonra da Phoenix Polis Departmanı’yla iletişime geçti ve Miles Dabord, eski adıyla Kevin Williams tutuklandı. Beş saatlik bir sorgu yapıldı. Sorgu esnasında Dabord, altını son gördüğünde gayet iyi durumda olan abisi adına alacağını iddia etti. Dele bunu yalanlayamadığı için de polis, Dabord’ın ayrılmasına izin verdi. Sonrasında FBI’ın belirteceği üzere bu, hayati bir hataydı.

Phoenix ile Fransız Polinezyası arasında kilometrelerce mesafe bulunuyor ancak eninde sonunda Dabord’un Phoenix’e ulaşmasını sağlayan olaylar silsilesi açığa çıkacaktı.

8 Temmuz’da Miles Dabord’un fiziksel özelliklerine uygun şekilde tanımlanan bir adam, Moorea’daki bir tatil yerinde Los Angeles’tan onunla buluşmak için oraya gelen kız arkadaşıyla vakit geçirmişti.

Sonrasında 16 Temmuz’da belli oranda hasar görmüş, Hukuna Matata yazan izole dokumaları çıkartılmış bir katamaran, Tahiti’nin güneydoğusundaki Phateon körfezinde yine Dabord’ın tanımına uyan bir adam tarafından sürülürken görülmüştü. Dabord tekneyi sakladı ve uçakla Los Angeles’ın yolunu tuttu, sonra da Arizona’nın yolunu tutmadan önce Belize’ye kaçtı.

Phoenix’te polis onu saldıktan sonra Dabord yine kaçtı. İlk olarak Palo Alto’daki kız arkadaşının yanına, sonra da sınıra. Meksika’ya gitti ve gözden kayboldu. FBI onu aramayı bırakmadı, Byrne da aynı şekilde.

Brian ve Kevin’in annesi Patricia Phillips, büyük oğlundan haber almıştı. Onu aradığını ve “Anne beni biliyorsun, hapishanede yapamam.” dediğini söyledi. Sonrasında Byrne, Patricia ile konuştu. Şok olmuştu. Kızgındı. Bir sonraki uçakla Phoenix’e gitti. Onu Dabord ile iletişime sokabilecek Porter’ın yanına gitti.

“Sana yardım edebilirim. İşim sayesinde çok para kazandım. Seni bu durumdan kurtarabilirim. Otoritelerin ne dediği umurumda değil, sadece B’yi geri istiyorum. Bir çantada 150.000 dolar getirebilirim. Meksika’da buluşalım.” dedi Byrne, Dabord’a.

Byrne bunun işe yarayabileceğini düşünmüştü. Dabord’u buna ikna edebilirdi.

Sınırı geçti ve küçük bir kasabada durup etrafı soruşturdu. Meksika’da çok fazla iki metre boyunda adam yoktu nasıl olsa. İşte o zaman Phoenix’teki yetkililer onu aradı. Tahiti’den haber gelmişti. Tekne bulunmuştu. İçinde yolculara dair bir işaret yoktu. Yetkililer; Dele, Karlan ve kaptanın öldüğünü düşünüyordu.

Evinden kilometrelerce uzaktaki yozlu bir caddede haberi alan Byrne’ın gözleri doldu. Hayatını bir savaşçı olarak geçirmişti. Kanseri yenmişti. İşi hakkında kötü konuşan insanları yanıltmıştı.

Fakat Brian’ın, çok canlı gözüken, onun için bir süper kahraman olan bu arkadaşının gerçekten ölebileceğine inandıramıyordu kendini.

Belli bir vakit geçtikten sonra Byrne, Phillips’i aradı. Duyduklarını anlattı. Uzun süreli bir sessizlik yaşandı. Phillips, “Patrick, biliyorsun ki bana hiçbir şey almadı o.” yanıtını aldı.

Byrne donakalmıştı. “Patricia, senin UCLA masraflarını o ödemedi mi? Ayrıca sana 350.000 dolara bir ev aldığını söylemişti bana.” dedi.

“Patrick…” dedi Brian’ın annesi. “Bunlardan çok daha fazlasına sahip olan NBA oyuncusu annesiyle karşılaştım.”

(Patricia, oğlunun kendisine hiçbir şey almadığını söylediğine yönelik iddiaları reddediyor. NBA oyuncusu anneleri konusunda dediklerini ise farklı bir bağlamda söylediğini söylüyor. Ona göre bu açıklama, her zaman pişmanlık duyacağı bir şey)

Byrne, Dabord’ı bulamadı. 15 Eylül günü saat 11.30 sularında Chula Vista’daki Scripps Memorial Hastanesi’ne “Meksika’da bulunan 30-35 yaşlarındaki bir adam” sevk edilmişti. Hiçbir şeye tepki vermiyordu. Göz bebekleri kayıtsızdı. Hastanenin acil raporlarına göre hastanın sağ kalçasında ve iki bileğinde kabarıklıklar oluşmuştu. Bir süredir hareketsiz olduğu belirtilmişti.

26 Eylül 2002 tarihinde sabah 10 sularında Kevin Williams -ya da Miles Dabord- yoğun bakıma alındı. Bir sonraki akşam saat sekizde öldüğü açıklandı. Resmi tanı şöyleydi: “İntihar gelişimi sonucu hipoglisemik beyin hasarı, sonrasında ise yaşam desteğinin kesilmesi.” Williams aşırı miktarda insülin almış ve sonrasında sahilde yatıp birinin onu bulmasını beklemişti.

Bir sonraki gün America’s Most Wanted programı onun hakkında bir kesit yayınladı. İki hafta iki kardeş için de düzenlenen cenazede Patricia Phillips, iki çocuğunu da sevdiğini belirtti. Sonrasında da ailenin kuzeni Eugene Marzette, 200 kişilik kalabalığın önünde “Gerçekten neler yaşandığını sadece Tanrı bilir.” ifadelerini kullandı.

Bir hayatın başrolü kimdir?

Siz öldükten sonra sizin kim olduğunuza karar verenler kimlerdir?

Tarihler 2013 Haziran’ı gösterirken Patrick Byrne, Phoenix’teki Fairmount Hotel’deki bir odada kanepede oturuyordu. Siyah bir şort ve dirseklerine kadar uzanan yeşil bir gömlek giymişti. İki gündür yemek yemiyordu ve sarışın saçları darmadağın haldeydi.

Bir önceki gün teorik olarak kurtulduğu ancak asla peşini bırakmayan kanserin açtığı problemlerden biri olan kalp ritmi sebebiyle 97. kez -sayıyordu bunu- uyutulmuştu. 50 yaşındaydı ancak hala hayat doluydu. Kelimeleri hızlıca bir araya getirebiliyordu, bakışları canlıydı. Hikayeleri anlatırken ayağa kalkıyordu, 1.95 boyuyla hala çevikti ancak birkaç dakika sonra kendini nefesi kesilmiş şekilde tekrardan kanepede buluyordu.

Hikayeleri eskisi kadar hızlı anlatamıyordu artık. İnsanların Brian’ın kim olduğunu, ne kadar özel biri olduğunu bilmelerini istiyordu. Tahiti’de yaşananlardan sonra süregelen yıllarda Byrne, bütün röportaj tekliflerini reddetmişti. Televizyon programları Dabord’ın intihar etmeden önce kız arkadaşı Erica Weise’a bıraktığı olayları kendi bakış açısından anlatan şeylere itimat ediyordu ve Byrne, bundan nefret ediyordu.

Şu şekildeydi: 7 Temmuz günü Dele ve Dabord kavgaya tutuşmuş ve Dele yanlışlıkla Serena’nın yüzüne yumruk atmıştı. Yumruğun etkisiyle başı sert bir şekilde mataforaya çarpan Serena, o an ölmüştü. Kaptan Saldo, ölümü raporlamaları gerektiğini söylese de Dele çok korkmuştu, Saldo’ya ingiliz anahtarıyla vurarak onu da öldürmüştü. O noktada Kevin’in dediğine göre bir alternatifi kalmamıştı: Nefsi müdafaa gerekçesiyle kardeşini vurmuştu. Sonrasında korkmuş şekilde üç cesedi de suya attı ve Tahiti’ye geri döndü. Sonra da hikayesine kimsenin inanmayacağına emin olduğu için kaçtı.

Byrne, Dabord’ın hikayesinin doğru olmadığına emin olsa da teknede yaşananlar hakkında konuşmayı sevmiyor. Diğer insanların arkadaşının ölümünden pay çıkarmaya çalışmasından da nefret ediyor. Arkadaşı hakkında konuşurken tekrardan canlı ve hayat dolu gözüküyor.

“10 yıldır birinin onun ölümüyle ilgili değil de yaşadıklarıyla ilgili bir soru sormasını bekliyordum.” diyor Byrne. Sonraki iki gün boyunca da hikayeler dökülüyor. Eşsiz anlar, paylaşılan maceralar, kırılmayan bağlar… Aralarındaki sevgiyi hissedebiliyorsunuz. Byrne şu anda kendi ölümünün yaklaştığını hissediyor bu yüzden de hikayeleri yeterince hızlı anlatamıyor. İnsanların Brian’ın kim olduğunu, ne kadar özel biri olduğunu bilmesini istiyor.

Aynı zamanda Byrne, tutunacak bir şeylere ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden de Hosseini ile birlikte Dele’nin son spor ayakkabası üzerinden bir sanat eseri oluşturdu. Salt Lake’e bir saat uzaklıktaki evinin duvarında asılı duruyor bu: Kırmızı mürekkepin üstündeki bir kanvaza bağlı iki basketbol ayakkabısı – tıpkı kan izleri gibi. Yazan söz ise Byrne ve Brian’ın favori yazarlarından Hunter S. Thompson’dan: “Yaşamak için fazla garip, ölmek için fazla sıradışı…”

Patricia Phillips’in neler yaptığını takip etmek daha zor. Dele’nin ölümünden iki yıl sonra Tahiti’ye gidip tekneyi aldı ve sonrasında sattı. Şu anda yaşadığı yerden kendini ifade ederken kızgınlık ve üzgünlük arasında gidip geliyor. 2002’den beri bir açıklama yapmadı, hikayenin bir de onun versiyonu var. Ona göre Porter’a, Paul White’a, Hosseini’ye, Serena’nın ailesine, FBI’a ya da Byrne’a güvenmemek gerekiyor.

Dabord’ın kardeşinin kimliğini üstlenmek istediğine inanıyor ancak Hukuna Matata’yı kendi başına geri döndürebilmesine de ihtimal vermiyor, ona göre başka biri de dahil olmak zorunda. “İki çocuğum vardı.” diyor Patricia, “Hala ikisinin de annesiyim. Eğer hala akıl sağlığımı ve anlayışlılığımı biraz olsun koruyabiliyorsam bu da benim bildiğim doğrulara bağlı kalmam sayesinde.”

Patricia bu aileden geriye kalan tek isim. 2008’in Ağustos ayında Eugene Williams da 64 yaşında pankreas kanserinden vefat etti. Ölümü hakkında yapılan haberler onun müzikal geçmişine odaklanmıştı. Ailesinden sadece son cümlelerde bahsediliyordu: “Oğulları Kevin Williams ve Brian Williams, babalarından önce vefat etti.”

Hala Dabord’ın tarafında bulunan bir iism var. Çocukluk arkadaşı White, 2002’deki dava işlemleri sırasında Dabord’ın avukatlığını yaptığını söylüyor. Ofisi Los Angeles’ta bulunan White, yaşananlar hakkında bir kitap yazdığını söylüyor. Tahiti’ye gittiğini, insanların durumu tamamıyla bilmediğini iddia ediyor. Dabord’ın her zaman elini ayağını çekmek istemesinden ve neredeyse bunu başardığından bahsediyor. Dabord’ın problemler yaşadığını kabul ediyor, içindeki boşlukların asla dolmadığını biliyor ancak yine de arkadaşının yanında duruyor. “Hikayede kaybeden kişi olarak görülüyor olmanız aynı zamanda sizi katil yapmaz.” diyor White.

Katil mi? Teorik olarak ilk soruşturmayı düzenleyen Tahiti’deki Fransız otoriteleri bunu öne sürüyor. Bir gazeteci halka açık mahkeme kayıtlarını yeniden bulmak ve görevli savcı Louis Bounan ile röportaj yapmak istediğinde garip şeyler yaşanmıştı. Pape’ete’deki iki katlı, çok fazla sigara içen iki koruma tarafından gözetilen merdivenlerle girilen Adalet Sarayı’na ulaştıktan sonra gereken belgeleri uzatmıştı. Sekreter, Bounan’ın ağustosa kadar olmayacağını söylemişti. O zamanlar takvimler temmuz ayını gösteriyordu.

Gazeteci henüz bir saat önce Bounan ile telefonda konuştuğunu söyledi. Sekreter bir arama daha yaptı ve aslında Bounan’ın odasında olduğunu söyledi. Bounan, gazeteciden belgeleri bırakmasını istedi. Bounan ile röportaj yapma deneyimi az çok başarılı olmuştu. İngilizce bilse de 25 dakika boyunca sadece Fransızca konuştu. Dava biteli çok uzun zaman olduğunu, artık neredeyse hiç hatırlamadığını söyledi. Yaşananların üzücü olduğunu ancak aynı zamanda “Amerikan” olduğunu belirtti. Davanın soruşturmasını yürüten jüriye artık ulaşılamayacağını söyledi. Sonrasında ise mahkemenin bütün kayıtlarının email aracılığıyla iki hafta içinde yollanacağına dair söz verdi. Üç ayın ardından hiçbir mail gelmemişti, Bounan da birkaç hatırlatma mailini cevapsız bırakmıştı.

Brian’ın arkadaşı ve asistanı Kevin Porter’ın ise başka bir projesi vardı. Bu haziran ayının başlarında Byrne’ı yıllar sonra ilk kez aradı ve fikrinden bahsetti. Porter, Dele hakkında bir film çekmek istiyordu. Hollywood buna hazırdı. Sadece bir şeye ihtiyacı vardı: Para. Byrne’ın bu konuda yardımcı olabileceğini düşünmüştü. Byrne ise sinirlendi ve Porter’a bir daha onu aramamasını söyledi.

Porter bugünlerde Atlanta’da bir banliyöde yaşıyor. Bir online kozmetik şirketiyle ortaklık yaparken aynı zamanda psikolojik sıkıntılar yaşayan yetişkinlere hayat becerilerini öğreten bir hayır kurumunda yöneticilik yapıyor. Başlarda arkadaşının acısını çekerken çok acı dolu günler geçirdiğini, hala zaman zaman bunları yaşadığını söylüyor. Zamanlaması çok kötüydü ona göre bu ölümün.

Porter’a göre, Byrne’ın da onayladığı üzere Brian, ölmeden önce NBA’e geri dönmeye hazırdı. Porter bir arkadaşıyla beraber Brian’ın hem saha içi hem saha dışı hayatına odaklanan, yaşanan trajediye de yer veren bir senaryo yazdığını da doğruluyor.

Porter, Brian’ın parasının konusu açıldığında sinirleniyor. “O paradan tek bir kuruş bile almadım.” diyor.