by Lang Whitaker / Çeviri: Cem Doğan
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı ilk olarak 11 Haziran 2012 tarihinde GQ’da yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
Zaten hep saçma bir kuraldı. Onlarca yıldır, uluslararası basketbol kurallarına göre, gezegenin her yerindeki profesyonel oyuncular Olimpiyatlar’da yer alabiliyordu – NBA hariç. Sebebi, Amerika’nın bu sporda yükselen avantajını dengelemekti. Bilirsiniz, “Şu zavallı p*çlere bir şans verelim” hesabı. Gerçi kural, önceki Olimpiyatlar’da, Seul’de ABD’nin utanç verici şekilde üçüncü olmasının ardından 1989’un Nisan ayında kaldırıldı. Herkesin öğrenmiş oldu: Eşitlik, domine etmek kadar büyüleyici değildi. Yanlışa düşmeyin: Dominasyon, kazanmak kadar mühimdi. Fikir, göz kamaştırmak; Amerikalıların, rakiplerin en fazla gümüş madalya umabileceği bir gösteri ortaya koymasıydı. Ya da daha da iyisi, bir Michael Jordan imzası.
BÖLÜM 1: Kökler
“Bu takımın kadrosu — en iyinin de en iyisiydi.”
David Stern (NBA başkanı): 1988’deki sonucu telafi etmek için mi? Kesinlikle yanlış. Bizim açımızdan, Olimpiyatlar’da yer alacağımız için şaşkındık. Bu işin bu kadar büyüyeceğini bilemezdik.
David Falk (Michael Jordan’ın menajeri): Diğer ülkeler profesyonelleri geri çekeceği zaman bizim de kolej oyuncularını çekeceğimize dair yükselen bir kabul vardı. Ve sadece böyle devam edegeldiği için bunun devam edeceğini düşünecek kadar mı saftık?
Stern: FIBA’ya Olimpiyatlar’da oynamak için çok hevesli olmadığımızı söyledik, ama iyi niyetle, basketbolu desteklemeye devam edeceğimizi ilettik. Onlar da bir oylama yaptı. ABD ve Ruslar buna karşıydı. Ancak büyük oranda lehte sonuç çıktı.
Russ Granik (Team USA yetkilisi): İlk zor karar, takım sahibi ve oyuncuların rahat etmesi için, bir NBA koçu seçilmesi gerektiğiydi. Ama Chuck Daly çok kolay bir karardı: Detroit Pistons ile arka arkaya iki şampiyonluk almıştı, zeki oyuncularla iyi anlaşmasıyla tanınıyordu ve medya ile arası iyiydi.
Quinn Buckner (Team USA seçim komitesi): En büyük mesele, kimsenin gücenmemesini sağlamaktı. Chuck çok hassas olmalıydı, daha çok bir All-Star maçındaymış gibi. Çünkü bu kalitedeki oyuncuları kırarsanız, adam ne zaman Pistons‘la karşı karşıya gelse, hıncını hocadan ve takımından çıkarır.
Granik: Larry Bird’le ilgili çok tartışma dönmüştü, çünkü Larry’nin sırt problemleri baş gösteriyordu. En iyi hâliyle uzaktan yakından alakası yoktu, ama tarihi bir takım kuracaksanız, onu dışarıda bırakamazdınız.
Magic Johnson (Team USA oyun kurucusu): Bu bizim son ânımızdı – perde kapanacaktı. Larry’nin sırtı berbattı. Ben zaten bırakmıştım, HIV ile uğraşıyordum, bu yüzden doğru kararı verdiğimizden emin olmalıydık. Benim adıma, HIV’li olsam bile, dünyaya hâlâ oynayabildiğimi gösterme fırsatıydı.
Patrick Ewing (Team USA pivotu): Benim ikinci Olimpiyat’ım olacaktı – benimle beraber Michael ve Chris’in de. 84 Olimpiyatları’nda birlikte oynamıştık, harika bir takımımız vardı. Ama bu takımın kadrosu… En iyinin de en iyisiydi. Özel bir şeyler olacağını biliyordum.
Karl Malone (Team USA forveti): Üniversitedeki ilk yılımda Olimpik takım için bir şans yakalamıştım, ama olmadı. Alınmadım. Basketbol oynarken ilk kez bir koç bana yeterince iyi olmadığımı söylemişti. Bu daima aklımın bir köşesinde durdu.
Granik: Hatırladığım kadarıyla son oyuncu ya Clyde Drexler ya da Isiah Thomas olacaktı; karşınızda iki harika kariyer var. Son oy kime gitti bilmiyorum –hiç sormadım– ama saydıklarında Clyde lehine çıktı.
David DuPree (USA Today muhabiri): Yalnızca yetenek ve başarı seçilecek olsa, Isiah Thomas hak ediyordu. Kimden vazgeçeceksin ki? Kimse John Stockton’dan daha sert değildi; kimse daha iyi pasör değildi. Tam bir or*spu çocuğuydu.
Jan Hubbard (Newsday NBA yorumcusu): Stockton’ın bacağında bir kırık vardı ve çok çabuk iyileşti. Başlarda onu değiştireceklerdi, yerine Joe Dumars gelecekti. Isiah ilk yedek bile değildi yani.
Rod Thorn (Team USA seçim komitesi): Charles Barkley, takım için son seçilenlerden biriydi. Her şeyin yolunda gittiğinden, herkesin sizin istediğiniz şekilde takımı temsil ettiğinden emin olmak istersiniz. Bazıları Barkley konusunda endişeliydi. Ama sonra en skorer oyuncu oldu.
P.J. Carlesimo (Team USA asistan koçu): İnsanlar o günlere bakıp “Şu diğerlerine bak — neden üniversiteden oyuncu almışlar?” diye sorabilir. Unutuluyor olabilir ama, Christian Laettner için “Gelmiş-geçmiş en iyi üniversite oyuncusu” denir. Onun dört yıllık sürede yaptığını yapabilen başka birini göstersenize.
Christian Laettner (Team USA power forveti): Hep söylerim, Duke’taki favori yılım -üçüncü yıl ve son yılımda şampiyonluk yaşamama rağmen- çaylak yılımdır. Çünkü o zaman işin başındasınız, gelişiyorsunuz ve çok yol kat etmeniz gerek. Ben şanslıydım. Onların etrafında bulunduğum her an haşyet içerisindeydim.
Granik: En zor işlerden birisi, Michael Jordan’la ilgili bazı onayları almaktı. O kendi seviyesindeydi, basketbolda çığır açmıştı ve bunların çoğu, Olimpiyat Komitesi’nin kendilerini sporcularıyla yapmaya yetkili gördüğü şeylerle çelişiyordu. Gerçekten, Michael ve Nike ile uzun ve zor görüşmeler yapıldı.
Falk: Aksi durum yoktu. Yalnızca oturduk ve üstünde çalıştık.
Craig Miller (USA Basketball halkla ilişkiler direktörü): Listenin büyüdüğünü görüyordunuz, sonradan bunun özel bir takım haline geleceği belli oldu. Bana kalırsa dönüm noktası Sports Illustrated kapağı oldu. Kapakta kimler olduğunu gördüğünüzde “Vay anasını” derdiniz.
BÖLÜM 2: Tanrılar vs. Bebekler
“Uykunu aldığından emin ol, çünkü yarın ağzına s*çacağım.”
Haziran ayının sonlarında oyuncular ilk defa San Diego’nun dışında, La Jolla, California’da bir otelde, ülkenin en iyi kolej oyuncularından bazılarıyla birlikte hazırlanmak için, birkaç günlüğüne toplandılar.
Mike Krzyzewski (Team USA asistan koçu): Koçlarla ilk buluşmada Chuck, P.J. ve bana “İkinizin de öğrenmesi gereken bir şey var” dedi. Biz de defterlerimizi açtık, yazmaya hazırdık. Şöyle dedi: “İkiniz de görmezden gelmeyi öğrenmelisiniz.” Biz de “Nasıl yani?” diye cevap verdik. Yanıtladı: “Siz üniversiteye alışıksınız. Her küçük detayı kurcalayıp oradan büyük şeyler çıkarırsınız. İnatçı olmayacağız. Bunlar koca adam. Eğer ortada büyük bir şey varsa, biz de ona göz kulak olacağız.”
Chris Webber (dönemin üniversite oyuncusu): Havaalanından, içinde Larry Bird’ün de bulunduğu limuzinle ayrılmıştım, benim için büyük onurdu. Pistons‘a karşı oynamaktan, farklı hareketlerden falan konuştuk. Harika bir adamdı. Sonra arabadan indik, eşyalarımı indiriyordum, şöyle dedi: “Uykunu aldığından emin ol, çünkü yarın ağzına s*çacağım, ve bunu tüm hafta aklından çıkaramayacaksın.”
Allan Houston (dönemin üniversite oyuncusu): Salona vardığımızda oraya bakan bir balkon gördük, o yüzden hemen içeri girmedik. Endişeli gibiydik. Aşağı baktık, Barkley smaç vuruyordu. Michael’ın birinden topu çalıp faul çizgisinin oradan yükselip iki kere topu kendine çekerek smaçladığını gördük. “Vay anasını, bunları idmanda yapıyorlar ha?” dedik.
Laettner: Üniversiteden arkadaşlarımın orada durup Barkley’nin Malone’un üstünden vurduğu smaca bakışını hatırlıyorum. Karşılaşacakları canavarlar orada, sahadaydı.
Rüya Takım ve üniversite yıldızları arasında 24 Haziran’da oynanan ilk maç, beklenmedik sebeplerden, efsanevi oldu.
Miller: Koç Daly, üniversite takımının hocalarına, onları uluslararası oyuncular gibi oynatmalarını istediğini söyledi: Yani 3 sayı çizgisine yaklaştıkları gibi şutu yollasınlar.
Houston: Bizden onların pek şahit olmadığı bir tarzla oynamamız istendi. Kaybedecek bir şeyimiz olmadığını düşündük. Biz de çıktık, Penny birkaç smaç vurdu. Birkaç isabet buldu. Herkes bir şeyler yapıyordu.
Penny Hardaway (dönemin üniversite oyuncusu): Onlar şöyle bakıyordu: “Pekala, bu gencolar bizi biraz ısındıracak. Biz de onları biraz yeneceğiz, onlara imza dağıtacağız, sonra herkes yoluna gidecek.” Ne kadar yetenekli olduğumuzu bilmiyorlardı.
Brian McIntyre (NBA halkla ilişkiler başkan yardımcısı): Penny birkaç top kapmıştı ve herkes “Ooo” çekiyordu. Ortamda tansiyon yüksekti, hissedebiliyordunuz. Daha ilk günden!
Charles Barkley (Team USA power forveti): Onları ilk gördüğümüzde bebek gibiydiler. Biz tabii “Dostum bu veletleri hemen öldürmeyelim” diyorduk. Ama serinin yedinci maçını oynar gibi oynadılar. Daha bizim haberimiz yokken bize ayar olmuşlardı.
Houston: Süre bitti ve biz öndeydik. 20 dakika oynanmıştı. Herkes böyle bir süklüm püklüm, “Bu olmamalıydı” der gibi bakıyordu. Birkaç dakika kimseden ses çıkmadı.
Malone: Biz maçı cepte saydık ancak canımıza okudular. Koç Daly suratımıza bakıp “Size söylemiştik beyler. Hazır olmalıydınız” dedi. Bunun ardından aynı gün onlarla yine oynamak için ısrar ettik ama izin vermediler. Biraz buna uyuz olmamızı istediler.
Webber: Onları yendiğimizde burnu havada laflar etmediler, “Yenmenize izin verdik” falan gibi şeyler söylemediler. O gün çok özeldi. Coşkumuzdan Bobby Hurley ile o günkü golf derslerine gitmemiştik.
Houston: Otele döndüğümüzde Webber ve Bird ile aynı asansörde denk geldik; Chris kikirdiyordu. Bird “Merak etmeyin, yarın yeni bir gün” dedi ve asansörden indi. Bizi o cümleyle düşündürüp gitti yani. Ve evet, ertesi gün oraya gittiğimizde yeni bir gündü. [Gülüyor]
Barkley: Onlara ufak bir mesaj verdik.
Webber: Bir sayı bile atamadık. Tek bir sayı. Faulden bile. Onlar için harika bir alarm olmuştuk, onlar da bizi gerçek dünyaya döndürmüşlerdi.
McIntyre: Maç bittiğinde Barkley kenara gelip “Dua edin bugün sizi pek ciddiye almadık” dedi. Gülmekten öldüm.
Hardaway: Maçtan sonra MJ’in odasına gittik, tam bir üniversiteli gibi şu halde: “Hey Mike! Bana ayakkabını versene? Odandaki her şeyi aslında… Alayım işte kanka. Sende daha vardır bunlardan!”
Webber: Penny size gizli bir görev için gittiğimizi söylemedi. Çoraplarını aldım. Tişörtlerini aldım. Ondan küpelerini istedim. Elimdeki bazı şeyleri torunlarım Hall of Fame’e verecek, çünkü ben ölene dek koruyacağım onları. Harikaydı. Çok güzel zamanlardı. Çok güzel.
Teknik olarak, Team USA henüz Olimpiyatlar’da mücadele etmeye hak kazanmamıştı. Elemeler için 28 Haziran’da Portland’a uçtular.
Marv Albert (NBC spikeri): Onları ilk gördüğüm ânı hatırlıyorum, titremiştim. Benim için, takım sporlarında bir araya gelmiş en büyük ekipti. İlk maçta Küba’ya 97 sayı fark attılar.
DuPree: Sanki sokaktan gelmiş birileriyle oynuyorlardı. Yani, o kadar kötü değildi ama akılda kalan manzara bu. En azından denediler.
Malone: Bebek işiydi demeyeceğim ama kolaydı evet.
Laettner: Maçların temposu inanılmaz yüksekti. Herkes çok atletik ve güçlüydü. Her pozisyonun en iyileri oradaydı.
Stern: Rakip takımlar, maçı oynamaktan çok bizim oyuncularla fotoğraf çektirme peşindeydi.
Nathaniel Butler (resmî NBA fotoğrafçısı): Pota dibinde oturuyorduk. Magic bir elemanı arkasına almıştı, o da kenardaki arkadaşlarına bağırıyordu, “Şimdi! Şimdi!” Benchten bir tanesi de çorabından makineyi çıkarmış, arkadaşını çekiyordu.
Hubbard: Bir keresinde Venezuela ile oynuyorlardı, Magic’i savunan oyuncu “Ayakkabılarını bana ver” deyip duruyordu. Maçın ortasında. Magic de “Bak, onlar bana lazım” diyordu.
Lenny Wilkens (Team USA asistan koçu): Eğlenceli olduğunu düşünüyorduk. Ama yıllar içinde değişti bu. Biz hep “Bir dahaki sefer kamera getirmeyecekler. Basketbol oynayacaklar” diyorduk.
BÖLÜM 3: Monte Carlo’nun Kralları
“Çocuklar, her sabah golf oynadığı için Michael’ı kızdırıyordu. İşe yaradı…”
Elemeleri atlattıktan sonra Rüya Takım, antrenman, kumar ve golf için, açılış törenine kadar birkaç günlüğüne Monte Carlo’ya gitti.
Miller: Genel menajer otele varmadan önce bize şöyle dedi: “Burası Monte Carlo. Krallar ve kraliçelerin, rock gruplarının geldiği yer. Basketbol ise, açıkçası buradaki insanları heyecanlandıracak bir şey değil.” Biz de “Tamam” dedik. Oraya indiğimiz gece, insanlar tam anlamıyla otoparka kadar girmiş, bize bağırıp el sallıyordu. Güvenlik de yoktu. Genel menajeri gördüm, “Nereden bileceksin” der gibi ellerini kaldırmıştı. O günden beri o cümleleri söyler dururum: “Burası Monte Carlo! Buraya sadece krallar, kraliçeler ve rock grupları gelir!”
Kim Bohuny (NBA uluslararası etkinlikler yöneticisi): Prens Rainier ve Prens Albert ile bir akşam yemeği yemiştik. Çok sıkı bir protokol vardı. Bilirsiniz, Prens yemeye başlamadan siz de başlayamazsınız falan. Bu tip şeyler. Gitmeden önce bunu gözden geçirmiştik ve sanırım aramızdan bazıları şoke oldu.
Miller: Eğer prens çatalı koyup yemeyi keserse, bizim de durmamız söylendi. Charles şöyle dedi: “Valla umarım ben bitirdiğimde yemeyi keser, çünkü ben yemeğimi yiyorum.”
Malone: Ben taşrada büyüdüm. Bizde kural falan yoktur, “Ver şu fasulyeyi” denir ve verilir. Prense saygım sonsuz ama kuralları anlamam biraz zaman aldı. Şu bardak şurada, diğerleri bu tarafta… Bir şey diyeyim mi? Beni bırakın yiyeyim. Sudan çıkmış balık derler ya, tam öyle hissediyordum. Gerçi kıyafetim güzeldi.