Asla Vazgeçilmeyecek Rüya: Rüya Takım’ın Sözlü Tarihi

02/Nis/19 09:03 Nisan 2, 2019

Mehmet Bahadır Akgün

02/Nis/19 09:03

Eurohoops.net

Dream Team’in hikayesini yine Dream Team anlatıyor…

by Lang Whitaker / Çeviri: Cem Doğan

Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.

Bu yazı ilk olarak 11 Haziran 2012 tarihinde GQ’da yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.

Zaten hep saçma bir kuraldı. Onlarca yıldır, uluslararası basketbol kurallarına göre, gezegenin her yerindeki profesyonel oyuncular Olimpiyatlar’da yer alabiliyordu – NBA hariç. Sebebi, Amerika’nın bu sporda yükselen avantajını dengelemekti. Bilirsiniz, “Şu zavallı p*çlere bir şans verelim” hesabı. Gerçi kural, önceki Olimpiyatlar’da, Seul’de ABD’nin utanç verici şekilde üçüncü olmasının ardından 1989’un Nisan ayında kaldırıldı. Herkesin öğrenmiş oldu: Eşitlik, domine etmek kadar büyüleyici değildi. Yanlışa düşmeyin: Dominasyon, kazanmak kadar mühimdi. Fikir, göz kamaştırmak; Amerikalıların, rakiplerin en fazla gümüş madalya umabileceği bir gösteri ortaya koymasıydı. Ya da daha da iyisi, bir Michael Jordan imzası.

BÖLÜM 1: Kökler

“Bu takımın kadrosu — en iyinin de en iyisiydi.”

David Stern (NBA başkanı): 1988’deki sonucu telafi etmek için mi? Kesinlikle yanlış. Bizim açımızdan, Olimpiyatlar’da yer alacağımız için şaşkındık. Bu işin bu kadar büyüyeceğini bilemezdik.

David Falk (Michael Jordan’ın menajeri): Diğer ülkeler profesyonelleri geri çekeceği zaman bizim de kolej oyuncularını çekeceğimize dair yükselen bir kabul vardı. Ve sadece böyle devam edegeldiği için bunun devam edeceğini düşünecek kadar mı saftık?

Stern: FIBA’ya Olimpiyatlar’da oynamak için çok hevesli olmadığımızı söyledik, ama iyi niyetle, basketbolu desteklemeye devam edeceğimizi ilettik. Onlar da bir oylama yaptı. ABD ve Ruslar buna karşıydı. Ancak büyük oranda lehte sonuç çıktı.

Russ Granik (Team USA yetkilisi): İlk zor karar, takım sahibi ve oyuncuların rahat etmesi için, bir NBA koçu seçilmesi gerektiğiydi. Ama Chuck Daly çok kolay bir karardı: Detroit Pistons ile arka arkaya iki şampiyonluk almıştı, zeki oyuncularla iyi anlaşmasıyla tanınıyordu ve medya ile arası iyiydi.

Quinn Buckner (Team USA seçim komitesi): En büyük mesele, kimsenin gücenmemesini sağlamaktı. Chuck çok hassas olmalıydı, daha çok bir All-Star maçındaymış gibi. Çünkü bu kalitedeki oyuncuları kırarsanız, adam ne zaman Pistons‘la karşı karşıya gelse, hıncını hocadan ve takımından çıkarır.

Granik: Larry Bird’le ilgili çok tartışma dönmüştü, çünkü Larry’nin sırt problemleri baş gösteriyordu. En iyi hâliyle uzaktan yakından alakası yoktu, ama tarihi bir takım kuracaksanız, onu dışarıda bırakamazdınız.

Magic Johnson (Team USA oyun kurucusu): Bu bizim son ânımızdı – perde kapanacaktı. Larry’nin sırtı berbattı. Ben zaten bırakmıştım, HIV ile uğraşıyordum, bu yüzden doğru kararı verdiğimizden emin olmalıydık. Benim adıma, HIV’li olsam bile, dünyaya hâlâ oynayabildiğimi gösterme fırsatıydı.

Patrick Ewing (Team USA pivotu): Benim ikinci Olimpiyat’ım olacaktı – benimle beraber Michael ve Chris’in de. 84 Olimpiyatları’nda birlikte oynamıştık, harika bir takımımız vardı. Ama bu takımın kadrosu… En iyinin de en iyisiydi. Özel bir şeyler olacağını biliyordum.

Karl Malone (Team USA forveti): Üniversitedeki ilk yılımda Olimpik takım için bir şans yakalamıştım, ama olmadı. Alınmadım. Basketbol oynarken ilk kez bir koç bana yeterince iyi olmadığımı söylemişti. Bu daima aklımın bir köşesinde durdu.

Granik: Hatırladığım kadarıyla son oyuncu ya Clyde Drexler ya da Isiah Thomas olacaktı; karşınızda iki harika kariyer var. Son oy kime gitti bilmiyorum –hiç sormadım– ama saydıklarında Clyde lehine çıktı.

David DuPree (USA Today muhabiri): Yalnızca yetenek ve başarı seçilecek olsa, Isiah Thomas hak ediyordu. Kimden vazgeçeceksin ki? Kimse John Stockton’dan daha sert değildi; kimse daha iyi pasör değildi. Tam bir or*spu çocuğuydu.

Jan Hubbard (Newsday NBA yorumcusu): Stockton’ın bacağında bir kırık vardı ve çok çabuk iyileşti. Başlarda onu değiştireceklerdi, yerine Joe Dumars gelecekti. Isiah ilk yedek bile değildi yani.

Rod Thorn (Team USA seçim komitesi): Charles Barkley, takım için son seçilenlerden biriydi. Her şeyin yolunda gittiğinden, herkesin sizin istediğiniz şekilde takımı temsil ettiğinden emin olmak istersiniz. Bazıları Barkley konusunda endişeliydi. Ama sonra en skorer oyuncu oldu.

P.J. Carlesimo (Team USA asistan koçu): İnsanlar o günlere bakıp “Şu diğerlerine bak — neden üniversiteden oyuncu almışlar?” diye sorabilir. Unutuluyor olabilir ama, Christian Laettner için “Gelmiş-geçmiş en iyi üniversite oyuncusu” denir. Onun dört yıllık sürede yaptığını yapabilen başka birini göstersenize.

Christian Laettner (Team USA power forveti): Hep söylerim, Duke’taki favori yılım -üçüncü yıl ve son yılımda şampiyonluk yaşamama rağmen- çaylak yılımdır. Çünkü o zaman işin başındasınız, gelişiyorsunuz ve çok yol kat etmeniz gerek. Ben şanslıydım. Onların etrafında bulunduğum her an haşyet içerisindeydim.

Granik: En zor işlerden birisi, Michael Jordan’la ilgili bazı onayları almaktı. O kendi seviyesindeydi, basketbolda çığır açmıştı ve bunların çoğu, Olimpiyat Komitesi’nin kendilerini sporcularıyla yapmaya yetkili gördüğü şeylerle çelişiyordu. Gerçekten, Michael ve Nike ile uzun ve zor görüşmeler yapıldı.

Falk: Aksi durum yoktu. Yalnızca oturduk ve üstünde çalıştık.

Craig Miller (USA Basketball halkla ilişkiler direktörü): Listenin büyüdüğünü görüyordunuz, sonradan bunun özel bir takım haline geleceği belli oldu. Bana kalırsa dönüm noktası Sports Illustrated kapağı oldu. Kapakta kimler olduğunu gördüğünüzde “Vay anasını” derdiniz.

BÖLÜM 2: Tanrılar vs. Bebekler

“Uykunu aldığından emin ol, çünkü yarın ağzına s*çacağım.”

Haziran ayının sonlarında oyuncular ilk defa San Diego’nun dışında, La Jolla, California’da bir otelde, ülkenin en iyi kolej oyuncularından bazılarıyla birlikte hazırlanmak için, birkaç günlüğüne toplandılar.

Mike Krzyzewski (Team USA asistan koçu): Koçlarla ilk buluşmada Chuck, P.J. ve bana “İkinizin de öğrenmesi gereken bir şey var” dedi. Biz de defterlerimizi açtık, yazmaya hazırdık. Şöyle dedi: “İkiniz de görmezden gelmeyi öğrenmelisiniz.” Biz de “Nasıl yani?” diye cevap verdik. Yanıtladı: “Siz üniversiteye alışıksınız. Her küçük detayı kurcalayıp oradan büyük şeyler çıkarırsınız. İnatçı olmayacağız. Bunlar koca adam. Eğer ortada büyük bir şey varsa, biz de ona göz kulak olacağız.”

Chris Webber (dönemin üniversite oyuncusu): Havaalanından, içinde Larry Bird’ün de bulunduğu limuzinle ayrılmıştım, benim için büyük onurdu. Pistons‘a karşı oynamaktan, farklı hareketlerden falan konuştuk. Harika bir adamdı. Sonra arabadan indik, eşyalarımı indiriyordum, şöyle dedi: “Uykunu aldığından emin ol, çünkü yarın ağzına s*çacağım, ve bunu tüm hafta aklından çıkaramayacaksın.”

Allan Houston (dönemin üniversite oyuncusu): Salona vardığımızda oraya bakan bir balkon gördük, o yüzden hemen içeri girmedik. Endişeli gibiydik. Aşağı baktık, Barkley smaç vuruyordu. Michael’ın birinden topu çalıp faul çizgisinin oradan yükselip iki kere topu kendine çekerek smaçladığını gördük. “Vay anasını, bunları idmanda yapıyorlar ha?” dedik.

Laettner: Üniversiteden arkadaşlarımın orada durup Barkley’nin Malone’un üstünden vurduğu smaca bakışını hatırlıyorum. Karşılaşacakları canavarlar orada, sahadaydı.

Rüya Takım ve üniversite yıldızları arasında 24 Haziran’da oynanan ilk maç, beklenmedik sebeplerden, efsanevi oldu.

Miller: Koç Daly, üniversite takımının hocalarına, onları uluslararası oyuncular gibi oynatmalarını istediğini söyledi: Yani 3 sayı çizgisine yaklaştıkları gibi şutu yollasınlar.

Houston: Bizden onların pek şahit olmadığı bir tarzla oynamamız istendi. Kaybedecek bir şeyimiz olmadığını düşündük. Biz de çıktık, Penny birkaç smaç vurdu. Birkaç isabet buldu. Herkes bir şeyler yapıyordu.

Penny Hardaway (dönemin üniversite oyuncusu): Onlar şöyle bakıyordu: “Pekala, bu gencolar bizi biraz ısındıracak. Biz de onları biraz yeneceğiz, onlara imza dağıtacağız, sonra herkes yoluna gidecek.” Ne kadar yetenekli olduğumuzu bilmiyorlardı.

Brian McIntyre (NBA halkla ilişkiler başkan yardımcısı): Penny birkaç top kapmıştı ve herkes “Ooo” çekiyordu. Ortamda tansiyon yüksekti, hissedebiliyordunuz. Daha ilk günden!

Charles Barkley (Team USA power forveti): Onları ilk gördüğümüzde bebek gibiydiler. Biz tabii “Dostum bu veletleri hemen öldürmeyelim” diyorduk. Ama serinin yedinci maçını oynar gibi oynadılar. Daha bizim haberimiz yokken bize ayar olmuşlardı.

Houston: Süre bitti ve biz öndeydik. 20 dakika oynanmıştı. Herkes böyle bir süklüm püklüm, “Bu olmamalıydı” der gibi bakıyordu. Birkaç dakika kimseden ses çıkmadı.

Malone: Biz maçı cepte saydık ancak canımıza okudular. Koç Daly suratımıza bakıp “Size söylemiştik beyler. Hazır olmalıydınız” dedi. Bunun ardından aynı gün onlarla yine oynamak için ısrar ettik ama izin vermediler. Biraz buna uyuz olmamızı istediler.

Webber: Onları yendiğimizde burnu havada laflar etmediler, “Yenmenize izin verdik” falan gibi şeyler söylemediler. O gün çok özeldi. Coşkumuzdan Bobby Hurley ile o günkü golf derslerine gitmemiştik.

Houston: Otele döndüğümüzde Webber ve Bird ile aynı asansörde denk geldik; Chris kikirdiyordu. Bird “Merak etmeyin, yarın yeni bir gün” dedi ve asansörden indi. Bizi o cümleyle düşündürüp gitti yani. Ve evet, ertesi gün oraya gittiğimizde yeni bir gündü. [Gülüyor]

Barkley: Onlara ufak bir mesaj verdik.

Webber: Bir sayı bile atamadık. Tek bir sayı. Faulden bile. Onlar için harika bir alarm olmuştuk, onlar da bizi gerçek dünyaya döndürmüşlerdi.

McIntyre: Maç bittiğinde Barkley kenara gelip “Dua edin bugün sizi pek ciddiye almadık” dedi. Gülmekten öldüm.

Hardaway: Maçtan sonra MJ’in odasına gittik, tam bir üniversiteli gibi şu halde: “Hey Mike! Bana ayakkabını versene? Odandaki her şeyi aslında… Alayım işte kanka. Sende daha vardır bunlardan!”

Webber: Penny size gizli bir görev için gittiğimizi söylemedi. Çoraplarını aldım. Tişörtlerini aldım. Ondan küpelerini istedim. Elimdeki bazı şeyleri torunlarım Hall of Fame’e verecek, çünkü ben ölene dek koruyacağım onları. Harikaydı. Çok güzel zamanlardı. Çok güzel.

Teknik olarak, Team USA henüz Olimpiyatlar’da mücadele etmeye hak kazanmamıştı. Elemeler için 28 Haziran’da Portland’a uçtular.

Marv Albert (NBC spikeri): Onları ilk gördüğüm ânı hatırlıyorum, titremiştim. Benim için, takım sporlarında bir araya gelmiş en büyük ekipti. İlk maçta Küba’ya 97 sayı fark attılar.

DuPree: Sanki sokaktan gelmiş birileriyle oynuyorlardı. Yani, o kadar kötü değildi ama akılda kalan manzara bu. En azından denediler.

Malone: Bebek işiydi demeyeceğim ama kolaydı evet.

Laettner: Maçların temposu inanılmaz yüksekti. Herkes çok atletik ve güçlüydü. Her pozisyonun en iyileri oradaydı.

Stern: Rakip takımlar, maçı oynamaktan çok bizim oyuncularla fotoğraf çektirme peşindeydi.

Nathaniel Butler (resmî NBA fotoğrafçısı): Pota dibinde oturuyorduk. Magic bir elemanı arkasına almıştı, o da kenardaki arkadaşlarına bağırıyordu, “Şimdi! Şimdi!” Benchten bir tanesi de çorabından makineyi çıkarmış, arkadaşını çekiyordu.

Hubbard: Bir keresinde Venezuela ile oynuyorlardı, Magic’i savunan oyuncu “Ayakkabılarını bana ver” deyip duruyordu. Maçın ortasında. Magic de “Bak, onlar bana lazım” diyordu.

Lenny Wilkens (Team USA asistan koçu): Eğlenceli olduğunu düşünüyorduk. Ama yıllar içinde değişti bu. Biz hep “Bir dahaki sefer kamera getirmeyecekler. Basketbol oynayacaklar” diyorduk.

BÖLÜM 3: Monte Carlo’nun Kralları

“Çocuklar, her sabah golf oynadığı için Michael’ı kızdırıyordu. İşe yaradı…”

Elemeleri atlattıktan sonra Rüya Takım, antrenman, kumar ve golf için, açılış törenine kadar birkaç günlüğüne Monte Carlo’ya gitti.

Miller: Genel menajer otele varmadan önce bize şöyle dedi: “Burası Monte Carlo. Krallar ve kraliçelerin, rock gruplarının geldiği yer. Basketbol ise, açıkçası buradaki insanları heyecanlandıracak bir şey değil.” Biz de “Tamam” dedik. Oraya indiğimiz gece, insanlar tam anlamıyla otoparka kadar girmiş, bize bağırıp el sallıyordu. Güvenlik de yoktu. Genel menajeri gördüm, “Nereden bileceksin” der gibi ellerini kaldırmıştı. O günden beri o cümleleri söyler dururum: “Burası Monte Carlo! Buraya sadece krallar, kraliçeler ve rock grupları gelir!”

Kim Bohuny (NBA uluslararası etkinlikler yöneticisi): Prens Rainier ve Prens Albert ile bir akşam yemeği yemiştik. Çok sıkı bir protokol vardı. Bilirsiniz, Prens yemeye başlamadan siz de başlayamazsınız falan. Bu tip şeyler. Gitmeden önce bunu gözden geçirmiştik ve sanırım aramızdan bazıları şoke oldu.

Miller: Eğer prens çatalı koyup yemeyi keserse, bizim de durmamız söylendi. Charles şöyle dedi: “Valla umarım ben bitirdiğimde yemeyi keser, çünkü ben yemeğimi yiyorum.”

Malone: Ben taşrada büyüdüm. Bizde kural falan yoktur, “Ver şu fasulyeyi” denir ve verilir. Prense saygım sonsuz ama kuralları anlamam biraz zaman aldı. Şu bardak şurada, diğerleri bu tarafta… Bir şey diyeyim mi? Beni bırakın yiyeyim. Sudan çıkmış balık derler ya, tam öyle hissediyordum. Gerçi kıyafetim güzeldi.

Carlesimo: Monte Carlo’daki o antrenmanlar efsaneviydi. Üniversite takımı yok, böylece ilk defa birbirlerine karşı oynadılar.

Malone: Koçlar, Michael ve Magic’i hep farklı takımlara koyardı.

Hubbard: Krzyzewski’nin ellerini vurup “Tamam, bitirdik” dediği bir an vardı. Michael sahanın diğer ucundan bağırdı: “S*kerim ha! Bu maçı kazanacağız! S*ktir! Koç K’nin Duke idmanlarından böyle bir şeyi hiç duymadığını bir düşünün.

Krzyzewski: Bu yüzden o gelmiş-geçmiş en iyisi. O gün, ondaki bu kudrete şahit olmak güzeldi.

Johnson: Hayatımda oynadığım en iyi basketbol o idmanlardaydı. Çünkü herkes “Hadi parçalayalım” kafasındaydı.

Wilkens: Son idman maçında Magic’in takımı, Michael’ın takımını eziyordu. Ve Michael’la her sabah golf oynadığı için dalga geçmeye başladılar. İşe yaradı… Her şey tersine döndü.

Thorn: Sinirlendi, sonra da her hücumda sayı buldu. Bir tanesinde içeri girdi, faul çaldılar, çalınmayabilecek bir fauldü. Magic topu alıp fırlattı: “Saçmalık! Aynı NBA gibi! Her pozisyonda faul!”

Hubbard: Magic “Chicago’nun salonunda gibi hissediyorsundur” demişti, çünkü Michael faulleri alıyordu. Michael da ona “Şimdi 90’lardayız, o 80’lerde kaldı” dedi.

Johnson: Michael, Clyde’ın üstüne gidiyordu; Clyde da Michael’ın. David Robinson, Patrick Ewing’in üstüne gidiyordu; Ewing de onun. Karl Malone, Barkley’ye; Barkley de Malone’a. Daha yeni başlıyorduk.

Wilkens: Ortam çok hararetlenince idmanı kesmek zorunda kaldık.

Hubbard: Sonradan Charles huysuz bir tavra büründü. “Bu takımdaki tek büyük oyuncu o değil” falan demeler. Hatta Jordan’la baş başa kaldığımda, bunu böylesine yüzüne vurduğu için utanıyordu. “Senin oğlan nasıl?” diye sordu, Barkley’yi kastediyordu. Ben de “Bilirsin, biraz bozuk” dedim. “Aşacaktır” diye yanıtladı. Michael işte. Böyle bir şeyde bile sizi alt ederdi.

Barkley: Bakın, elinizde kendini kanıtlamaya çalışan on tane All-Star var. Herkesin bir egosu var.

Carlesimo: Çok rekabetçi adamlardı. Ağızları köpürmeden onlarla 1.5 saatlik bir maç yapamazsınız, çünkü birbirlerini öldürürler. Normal bir NBA takımı, eğer şanslıysa bunlardan bir ya da ikisine sahiptir. Bizde 12 tane vardı. İdmanda kaybetmek istemezler, şut antrenmanını kaybetmek istemezler, hiçbir şeyi kaybetmek istemezler.

Bölüm 4: Şov Zamanı

“Hiç bir aslan, leopar ya da çitayı, avdayken gördün mü?”

Ve Barcelona. Güvenlik kaygıları yüzünden Olimpiyat Köyü’nde kalmadı, onun yerine şehrin merkezindeki Las Ramblas caddesinde yer alan ve pek de tekin bir yer olmayan Ambassador Hotel’e yerleşti.

Miller: Bizi havaalanından itibaren takip eden bir helikopter vardı. Motorsikletlilerden birinin çantasında Uzi varmış, sonradan öğrendik.

Albert: Bu çok kez söylendi — Beatles gibilerdi. Rock yıldızıydılar.

Ewing: Beatles gibiydik. Rock yıldızlarıydık.

Branford Marsalis (The Tonight Show with Jay Leno, grup lideri): Olimpiyatlar’a gitmek, The Tonight Show’da çalışmanın getirilerinden biriydi. Oyuncuların kaldığı otele gittim, güvenlik bana “Merhaba efendim” deyip selamladı. İçimden “Has*ktir, bizim program İspanya’da seviliyor herhalde” dedim. NBA’de çalışan bir arkadaşımı gördüm, “Buraya nasıl girdin?” diye sordu hemen. “Bilmiyorum, eleman içeri soktu” dedim. Hemen onun yanına gidip “Neden onu içeri aldın?” diye sordular, “Magic’in akrabası değil mi o?” diye cevapladı. Beni Magic’in küçük kardeşi sanmış.

DuPree: Kim ne derse desin, Magic kontrol sahibiydi. Olimpiyatlar’a az bir süre kala, Jack McCallum ve ben, hatıra olsun diye Rüya Takım’la bir fotoğraf çektirmek istemiştik. Jack’in Karl Malone ile arası iyiydi, bir gün Karl’a sordu, sorun olur mu diye. O da “Sorun olmaz herhalde. Magic’e bir sorayım” dedi. Magic “Tamam” derse olacaktı. “Olmaz” derse de olmayacaktı.

McIntyre: Barcelona’daki odamda, oyunculara imzalatmak için seksen tane falan top vardı. Bird sona kalmıştı ve bana sordu: “En hızlı bitiren kimdi?” Ben de “Sekiz dakika da var, yirmi de var” diye yanıtladım. “Ben en hızlısı olacağım, saat tut” dedi. Hepsini imzaladı, sonuncuyu bana fırlatıp sordu:
“Evet, nedir?”
“Oha, dört buçuk dakika!”
“Evvet!”

Böyle bir rekabetçilik işte.

Bohuny: Charles haricindekilerle dışarı çıkmak sıkıntılı işti. Hep bir kalabalık. Charles ise bayılırdı. Kalabalığı sorun etmezdi.

Barkley: Bütün gün o odada duramazdım.

Hubbard: Charles, Las Ramblas’da dolaşırdı, insanlar da “Güvenlik olayını ne yapıyorsun?” diye sorardı. O da iki yumruğunu gösterip “İşte benim güvenliğim” derdi. Fareli köyün kavalcısı gibiydi. Arkasından yürüyüp ona seslenen ve gülen insanlarla birlikteydi hep. Çok severdi bunu.

DuPree: Barkley bu ilk ağızdan yorumları, maçtan sonra görüştüğümüzde bana söylemişti, ben de yazdım. Bana “Falanca kulüpte buluşalım” dedi, ben de oraya gittim; tabii orada yok ama bana başka bir kulüpte buluşmamız için not bırakmış. Öyle öyle, onun izini bulana kadar, sabahın altısına dek 4-5 kulüp dolaştım. Ama hep bir not bırakmıştı.

Marsalis: Milleti otelin etrafında görüyordum. Jordan oturmuş, Angola’nın kasetlerini izliyor, onların zayıf taraflarına bakıyordu. Ona “Canını sıkmak istemem ama, bunu neden izliyorsun?” dedim. “Rakibi her zaman ciddiye alırım. Kimseyi asla küçümsemem” diye cevap verdi. Bunu yapan tek kişi olması dikkatimi çekmişti.

Wilkens: Angola fiziksel açıdan güçlüydü. Agresiftiler. Sağlam oynadılar. Bir tanesi Charles’ın kafasına vurmuştu.

Herlander Coimbra (Angola oyuncusu): Dünyadaki en şanslı kişilermişiz gibi hissediyorduk. En iyilere, aynı zamanda en iyi Afro-Amerikalılara karşı oynayacaktık: Amerika’daki kuzenlerimiz. Isınma süresince, NBA’de oynayabileceğimizi göstermek için spektaküler smaçlar denedik. Onlar bir tane bile yapmadı. Gerçekten ciddilerdi, işlerine bakıyorlardı. Umudumuzu korumamız için hocamız bize yalnızca Larry Bird ve Michael Jordan’ın gerçekten çok iyi olduğunu söyledi: “Geri kalanı idare ederdi.” Ama bu adamlar başka seviyedeydi, çok uzak bir galakside. Elimizden geleni yaptık, ama kendimize de hakim olamadık.

Barkley: Biraz çamur oynuyorlardı, onu birkaç kez uyardım. Herhalde birkaç kolay atış bulmaya çalışıyordu.

Wilkens: Bunu komik bulmuştuk ama Charles ciddiye almıştı. Onu tüm saha boyu kovaladı.

Coimbra: Kenarda bizim koçu dinlerken bir anda Charles dirseği göğsüme indirdi.

Barkley: Eee, dikkat etmesi gerekiyordu.

Coimbra: Maçtan sonra bütün gazeteciler bu olayı konuşmak istiyordu. Onu kışkırtacak bir şey dedim mi? Hiçbir şey yapmadığımı söyledim. Sonraki günlerde de basının tek konuşmak istediği buydu. Olay öyle çığrından çıktı ki, sonunda orada ne kadar iyi olduğumuzu göstermek için bulunduğumuza dair bir açıklama yapmak zorunda kaldım. Dedikodulara çanak tutmak istemedik. Ama aramızda konuşuldu tabii. Barkley’nin o hareketi yapmasına şaşırmadık, zaten o konudaki imajı biliniyor.

Stern: Şimdi güzel anılan Rüya Takım diyoruz ama, o dönem “Amerikan zorbaları!” da diyorlardı.

Hubbard: Chuck her maça Michael ve Magic ile başlıyor, ama diğer üçlüyü değiştiriyordu. Bir maça Pippen başlıyor, öbür maç Mullin. Robinson ve Ewing değişebiliyordu. Veya Malone ve Barkley. Bu konuda ustaydı. Ama ikinci maçta Hırvatistan’a karşı, herhangi bir şüphe yoktu; Toni Kukoc’un karşısına Pippen’ı koyacaktı. Kendisi Bulls tarafından draft edilmişti ve Pippen’dan daha fazla para önerilmişti. Pippen ve Jordan onun ne kadar iyi olduğunu duymaktan bıkmıştı, çünkü bu adamlar NBA şampiyonuydu.

Malone: Sen hiç, bir aslan, leopar ya da çitayı avdayken izledin mi? Michael ve Scottie’yi soyunma odasından dışarı çıkarmak zorunda kaldık, çünkü Kukoc’u kim savunacak diye kibrit çöpü çekiyorlardı. Garibimin hiçbir fikri yok tabii.

Toni Kukoc (2011 yılında ESPN’e verdiği bir röportajdan): Her zaman getirdiğiniz adamı kontrol etmek istersiniz. Fiziksel ve mental olarak yeterince güçlü mü? Bir cevap almanız gerektiğinde cevap verebiliyor mu? Bana karşı kişisel bir tutumları olduğunu sanmıyorum. Yalnızca beni deniyorlardı. Sonra anladım ki, Michael bunu herkese yapıyor.

Albert: Hırvatistan çok iyi bir takımdı. Ama o şartlarda pek de önemi yoktu.

Carlesimo: Çok iyi basketbol oynuyorlardı. Maçın bazı bölümlerinde onları izlemek zorunda kalıyordun, daha iyi savunamazdın yani. Ribaundu daha iyi alıp, sahayı daha iyi kat edip topu daha iyi paylaşamazdın. Nefes kesiciydi. İzliyordun, çünkü sonrasında ne geleceğini görmek istiyordun. Bu oyunda bir daha asla göremeyeceğin ne görürsün?

Granik: Altın madalyayı alacağımızdan emin olduğumuz tek an, finalin ikinci yarısıydı. Yine Hırvatlara karşı oynuyorduk, Kukoc ve Petrovic’in de olduğu çok iyi bir takıma sahiptiler. Maçtan sonra bizim FIBA temsilcimiz Dave Gavitt’i gördüğümü hatırlıyorum, herkes kutlama yaparken, onun yüzünde rahatlamayı görmüştüm.