by Kyle Korver / Çeviri: M. Bahadır Akgün
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı ilk olarak 8 Nisan 2019 tarihinde Players Tribune’de yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
Polis, takım arkadaşınızın bacağını kırınca bunun sizi biraz uyandıracağını düşünürsünüz.
Onu New York’taki bir sokakta tutukladıklarında, geceyi nezarette geçirttiklerinde ve sezonu kapatacağı bir sakatlığa neden olduklarında konunun derinleşeceğini düşünürsünüz. Bu işin arkasında daha başka şeyler olduğunu bildiğinizi düşünürsünüz.
Siz düşünürsünüz.
Ama hayır.
Thabo’ya ne olduğunu ilk duyduğumdaki reaksiyonumu hâlâ hatırlıyorum. 2015’ti, sezonun son dönemleri. Thabo ve ben, Hawks‘ta takım arkadaşıydık ve Atlanta’daki bir maçtan sonra geç saatte New York’a uçmuştuk. Ertesi sabah uyandığımda takımın mesaj grubu çılgına dönmüştü. Ayrıntılar hâlâ belli değildi ancak takımdakiler “Thabo bacağından mı yaralanmış? Tutuklama esnasında mı? Ne, geceyi nezarette mi geçirmiş?” diyorlardı. Herkes çok üzgündü ve kafaları karışmıştı.
Yani, neredeyse herkes. Benim yanıtım… Farklı oldu. Bunu kabul etmekten utanç duyuyorum.
Bunu bugün paylaşmak isteme sebebim de bu.
Hikayenin kalanını anlatmadan önce hemen şunu söyleyeyim. Thabo, benim sıradan bir takım arkadaşım veya ligde az tanıdığım biri değildi. O yıl o süreçte iyi arkadaş olduk. Basketbol camiasının dışındaki şeyleri konuşmak için gittiğim takım arkadaşım oydu. Bazen siyaset, bazen din, kültür… Aklınıza ne gelirse. Thabo, NBA oyuncusunda kolay bulunmayan bir bakış açısı getiriyordu. Bunun sebebini anlamak da kolaydı: Bizim Atlanta’daki takım arkadaşlığımızdan önce Thabo, Fransa, Türkiye ve İtalya’da profesyonel basketbolculuk yapmıştı. Üç dil konuşuyordu! Thabo’nun annesi İsviçreliydi, babası Güney Afrikalı. Thabo’nun doğumu öncesi birlikte Güney Afrika’da yaşıyorlardı, sonra da apartheid (Güney Afrika’daki ırkçılık) nedeniyle oradan ayrılmışlardı.
Etrafında olduğum insanlar arasında Thabo’nun en ilginç kişilerden biri olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Birbirimize saygı duyuyorduk. İyiydik yani, anlıyor musunuz? Birbirimize destek oluyorduk.
Her neyse. Thabo’nun tutuklandığını öğrendiğim gün ilk düşüncem neydi bilmek ister misiniz? Dostum ve takım arkadaşım hakkında? Aklıma ilk gelen şey şu oldu: Thabo, üst üste iki maçın oynanacağı günlerde gece kulübünde ne yapıyordu?
Evet. “Nasılmış? Tutuklama sırasında ne olmuş?” gibi şeyler değil. “Bu hikayede yanlış bir şeyler var.” Hiç böyle bir şey demedim. Olayın aslını öğrenmeden ve hatta daha Thabo ile bile konuşamadan… Bir bakıma Thabo’yu suçladım.
“Peki” dedim “Gece geç saatte bir gece kulübünde Thabo’nun yerinde olsam polis beni tutuklamazdı. Tabii yanlış bir şey yapmıyorsam.”
Rezillik.
Sanki bilinçli bir düşünce gibi değildi. Saf bir refleksti bu. Aklıma ilk gelen şey bu olmuştu.
Onun için endişeleniyordum da, buna şüphe yok.
Yine de… Rezillik.
Birkaç ay sonra jüri, Thabo’yu her iddiada suçlu bulmadı. New York polisinin kendisine uyguladığı şiddet konusunda şehir yönetimi ile görüşme yaptı. Sonra da olay bir anlamda ortadan kayboldu. Gündemden düştü. Thabo ameliyat oldu ve iyileşme sürecine girdi. Çok kısa süre sonra yeni bir sezon başladı ve yeniden sahaya çıktık.
Hayat devam etti.
Yine de ben huzursuzluğumu atamıyordum.
Yani ben olaya karışmamıştım. Orada bile değildim. O zaman neden arkadaşımı yüz üstü bırakmış gibi hissediyordum?
Neden kendimi yüz üstü bırakmış gibi hissediyordum?
Birkaç hafta önce Jazz‘in bir iç saha maçında o eski soruları aklıma geri getiren bir şey yaşandı.
Belki görmüşsünüzdür: Thunder ile oynuyorduk ve Russell Westbrook ile tribünlerden bir taraftar maç esnasında atıştılar. Ne olduğunu tam olarak ne gördüm ne de duydum aslında. Televizyon veya Twitter’dan takip ettiyseniz belki siz de başta aynı şeyi görmüşsünüzdür. Sonra, maçtan sonra muhabirlerden biri Russ ve taraftar arasında ne olduğuyla ilgili benim görüşümü sordu. Olayı görmediğimi söyledim ve şöyle devam ettim: “Ama Russ’ı biliyorsunuz. Taraftarla çok atışıyor.”
Elbette o gece olayın detayları belli oldu. Aslında bir taraftar, Russ’a yakın mesafeden gerçekten çirkin şeyler söylemişti. Russ daha sonra cevap vermişti. Maçın ardından o sözlerin ırkçılık suçu dahilinde olduğunu söylüyordu.
O olay, takımımızı can evinden vurdu.
Ertesi gün Jazz başkanı ile kapalı kapılar ardında yapılan bir toplantıda takım arkadaşlarım yaşadıkları benzer olayları paylaştılar. Kabul edilebilir sataşmanın ötesinde yaşadıkları hakaretamiz olaylardan söz ettiler. Bir takım arkadaşım, annesinin kendisini maçtan sonra arayıp SLC’de güvenliği konusunda endişe ettiğini söyledi. Bir takım arkadaşım o akşam “hayvanat bahçesinde” gibi hissettiğini söyledi. Toplantıdakilerden biri de Thabo’ydu. Şimdilerde Utah’ta takım arkadaşım. Ona doğru baktım, New York’taki o geceyi hatırladım.
Herkes üzgündü. Ben üzgünüm. Utanıyordum da. Ama o gün odada bir duygu daha vardı, anlatması daha zor bir duydu. Sanki… Tükenmişlikle karışık hayal kırıklığı gibiydi. Herkes bundan bıkıp usanmıştı.
NBA kariyerlerinde ırkçılık ile ilgili bir diyalogu ilk kez yaşamıyorlardı ve başkalarının nefret dolu eylemlerini de ilk kez konuşmuyorlardı. Toplantı esnasında gündeme gelen büyük meselelerden biri de bu tip olayların yalnızca doğrudan olayın içindeki insanlar ile ilgili olmaması konusuydu. Bu konu yalnızca Russ ve patavatsızın birinin meselesi değildi. Bundan daha fazlasıydı.
Şu anda genelde beyazın yoğun olduğu bir yerde renkli bir insan olarak yalnızca var olmanın ne demek olduğuyla ilgiliydi mesele.
Amerika’daki ırkçılıktı mesele.