By Buğra Uzar/ buzar@eurohoops.net
Türkiye için tarihe geçebilecek Dünya Kupası, büyük bir hayal kırıklığına sonuçlanıyor. Amerika’yı mağlup etme şansımızı iki kez son saniyelerde kaçıran Milli Takımımız, büyük beklentilerin olduğu turnuvada Çekya’ya mağlup olarak ikinci tura kalma şansını kaçırdı.
Evet, Amerika’ya avucumuzun içindeki maçı vermesek bambaşka şeylerden konuşuyorduk. Evet, bu galibiyet Türk basketbol tarihindeki en etkileyici zaferlerden biri olacaktı.
Evet, belki de madalyadan bile bahsediyor olacaktık. Ama buna takılıp kalmak bize acıdan başka bir şey vermez… Türk milleti olarak bu konularda saplantılıyız. Kaçırdığımız fırsatları düşünüp acı çekmeyi severiz. Öyle ki birçok kişi Amerika’ya karşı alınan bu kalp kırıcı mağlubiyetin ardından Çekya maçındaki hayal kırıklığı yaratan o performansı öngörmüştü.
Şunu kabul etmek gerekir ki böyle bir kadroyla böyle bir gruptan çıkamamak büyük bir başarısızlık. Üstelik rakiplerimizde ciddi eksiklikler varken biz neredeyse ideal kadromuzla oynadık, yetenek toplamında ise daha fazlaydık.
Ancak sonuç olarak ne üst turdayız ne de hayal ettiğimiz Olimpiyat vizesini (henüz) kazanabilmiş değiliz.
Peki neden böyle oldu? Büyük ümitlerle katıldığımız bu turnuvada neden hayal kırıklığını yaşadık?
Bunun birden fazla sebebi var.
Eleştirilere geçmeden önce takıma emek veren herkese teşekkür etmekte fayda var. Sonuçta diğer ülkelerde sıkça gördüğümüz gibi birçok oyuncu bu turnuvaya gelmedi. Milli formayı giymek manevi olarak oyunculara büyük duygular yaşatıyor olabilir. Ülkenizin bayrağını Dünya arenasında temsil etme onuruna layık görülüyorsunuz. Ancak profesyonel olarak baktığınızda büyük bir riskten bahsediyoruz. Maalesef sistemdeki problemler yüzünden milli takımda sakatlanan bir oyuncunun hakkını savunabilecek bir yöntem yok. Geçmişte de bu durumu sıkça yaşadık.
Milli takımda sakatlanan oyuncular, kulüpleriyle ciddi problemler yaşadılar. Dolayısıyla birçok oyuncunun da bu sebeplerle bu turnuvayı pas geçtiğini de gördük.
Tüm bunların yanı sıra uzun ve yorucu bir sezonun ardından ihtiyaç duyduğunuz tatili yapmak, kendinizi geliştirebilecek bireysel çalışmalara yoğunlaşmak yerine tekrar zorlu bir turnuvaya hazırlanmaya başlıyorsunuz. Yeni takım arkadaşlarınızla, yeni bir koçla yeni setlere uyum sağlamaya çalışıyorsunuz. Turnuva bittikten sonra yine dinlenemeden bu kez kulüple sezonunuza başlıyorsunuz. Yani kabaca bir hesap yaparsak bu Dünya Kupası’nda forma giyen ve Olimpiyat vizesinin alınması halinde oraya da gelen bir oyuncu, kesintisiz 3 yıl basketbol oynamamış olacak.
Bu, hem fiziksel hem de psikolojik açıdan çok büyük bir fedakarlık. Bu yüzden buraya gelmeyi seçen tüm oyuncularımıza sonuç ne olursa olsun teşekkür ederim.
Bir parantez de Ersan İlyasova’ya açmam gerek. Kaan Kural’ın da zamanında söylediği gibi; “Ersan’ı seyretmek kadar büyük bi’ keyif yok”…
Veteran yıldızımız gerek liderliği gerek sahada gösterdiği eforu ve performansıyla şapka çıkartılacak bir dönemi geride bıraktı. Fiziksel olarak fazlasıyla yıprandığı Çekya maçını bir kenara koyarsak hazırlık döneminde ve turnuvada takımımızın en iyisiydi. Özellikle ABD maçında hem hücumda hem savunmada inanılmaz bir performans gösterdi. 4 faullü olmasına rağmen savunmada geri adım atmadı ve birçok pozisyonda rakibi durdurmamızı sağladı. NBA’de de bir veteran olarak daha verecek çok şeyi olduğunu gösterdi.
Bu yazıyı bir “kelle avcılığı” gibi değerlendirmek yanlış olur. Çünkü ülkemizde eleştiri, son yıllarda öcü gibi korkulan bir mekanizma haline dönüştü. Ben, doğru eleştirinin kişileri geliştirdiğine inananlardanım. Bu yüzden böyle bir yazı kaleme aldım. Bu turnuva üzerine yapılacak doğru eleştiriler ve bu Dünya Kupası’ndan çıkartmamız gereken dersler bana göre hayati önem taşıyor. Şu anda bir jenerasyon geçişi yaşıyoruz ve gerçekten potansiyelli bir kadroya sahibiz.
Bu yüzden bu hayal kırıklığını iyi analiz edip geleceğe dair gerekli önlemleri almalıyız. Bunu başarabilirsek ileride milli takımımızı hatta ülke basketbolumuzu çok iyi yerlerde göreceğiz. Ancak eleştirilere kulağımızı tıkar, “Biz az kalsın ABD’yi yeniyorduk” diye söylenirsek yerimizde saymaya devam eder, kendimizi avutacak yeni bahaneler buluruz. Burada da koç ekibine ve yöneticilere önemli görevler düşüyor. En büyük görev ise öyle ya da böyle klasman maçlarından Olimpiyat biletini kazanmamız. Bu, yaşadığımız hayal kırıklığını bir nebze olsun dindirecektir.
Yazımın eleştiri kısmına koç ekibiyle başlamak istiyorum. Ufuk Sarıca ve ekibi turnuva sırasında geceyle gündüz kadar farklı performans gösterdi desek yanlış olmaz. Ancak bence hatalar hazırlık döneminde başladı. Özellikle Milli Takım cephesinden “Japonya kapalı kutu” açıklamaları beni hayal kırıklığına uğrattı. Günümüzde alt liglerde dahi birçok takımı takip edebilmek, analiz edebilmek, en azından o imkana ulaşmak çok kolay. Kaldı ki bir Dünya Kupası vizesi almış bir milli takımdan bahsediyoruz. Turnuvaya bu kadar az bir süre kala gelen bu açıklama bizim dersimize pek de iyi çalışmadığımızın bir göstergesiydi bana göre. Bununla birlikte rekabetçi geçen tüm hazırlık maçlarımızda hücumlarımızın çok fazla şuta dayalı olması da olumsuz bir göstergeydi.
Ancak beni en çok üzen nokta Amerika maçıyla birlikte yaşandı. Ufuk Sarıca‘nın bu maçtaki performansı hem normal sürenin hem de uzatmanın son saniyelerini bir kenara koyarsak gerçekten üst seviyedeydi. Takımı maçı kazanabileceklerine inandırması, alan savunmasıyla ABD’nin tecrübesizliğini lehine çevirmesi, rotasyonu doğru şekilde kullanması gibi birçok etmen sayesinde elit bir koçluk performansı gösterdi.
Ancak hem normal sürenin hem de uzatmanın sonunda önemli hatalar yaptı. Maçın kader toplarında çok iyi setler çizdiğini söyleyemeyiz. Normal sürenin sonunda Ersan’ın şans tipi olmasa Cedi çok kötü bir hücum yapmıştı. Keza uzatmanın sonunda sportmenlik dışı faulden sonraki faulleri Cedi’ye kullandırtmak da bana göre yanlıştı. Bu top Ersan, Melih, Furkan ve hatta sakatlığına rağmen Wilbekin gibi daha güvenilir ellere gidebilirdi. Keza uzatmanın son hücumunda da top adeta Ersan’ın elinde patladı ve dengesiz bir şutla belki de tarihimizin en kalp kırıcı mağlubiyetlerinden birini aldık.
Bu maçın bir yıkım oluşturacağı açıktı ancak koçun üzüntüsünün büyüklüğüne rağmen “Önce benim ayağa kalkmam lazım” tarzı açıklamaları da anın duygu karmaşasıyla yapılmış yanlış açıklamalardı. Ufuk Sarıca bu takımın lideri. Hırsıyla, oyun bilgisiyle bu mağlubiyetin etkilerini minimuma indirebilecek bir potansiyelde bir başantrenör. Ama baştan böyle bir açıklama yaptığı zaman ekibinin de modunu iyiden iyiye düşürmüş oldu. Böylesine genç bir takımın liderinin her ne kadar tarihi bir fırsat kaçsa da daha soğukkanlı olması gerekirdi. Nitekim ne yazık ki Çekya maçı bize gösterdi ki ne koç ne de oyuncular ABD maçının etkilerini atlatamamış.
Çekya maçındaki koçluk performansı da hayal kırıklığını katlayan cinstendi. Maç boyunca aynı sayıyı yememize rağmen ön alanda baskıyla alan savunmasından bir türlü vazgeçmememiz savunmamızı yerle yeksan etti. Maçın hava atışından itibaren Çekya sahada istediklerini yaptı çünkü onların basketbolu oynandı. İstedikleri gibi çembere gittiler, savunmamıza sürekli baskı uygulayıp boş şutları buldular, ikili oyunlarda ellerini kollarını sallayarak sayı ürettiler. Maça böyle giriş yapmış bir takım olarak da o andan itibaren yakaladıkları ritmi tüm maça yaymayı başardılar.
Biz ise ne oyunu ne de onların ritimlerini değiştirebilecek hamleler yapabilirdik. Bunu geçtim savunmadaki düzenimizi değiştirmeyerek adeta onların ekmeklerine yağ sürdük. Bu da biraz önce bahsettiğim “dersine çalışmama” olayına bir başka örnek. Bu alan savunması ABD’yi ritim dışı bırakmış ve maçı döndürmüş olabilir. Ancak Çekya, her ne kadar eksikleri de olsa bir Avrupa takımı. Aldığımız riskleri cezalandırabilecek bir potansiyele sahiplerdi ki başta ülkemizde de forma giyen Schilb ve Satoransky olmak üzere bunu kolaylıkla yaptılar. Turnuvadaki asıl hedef maçımızda bu kadar dağınık bir görüntü çizmek kabul edilemez.
Bu maçta hücumda da oldukça dağınık bir görüntü çizdik. Bir düzen içinde sayı bulmak yerine bireysel yeteneklerle skor ürettik ki bu sürdürülemez bir seçenekti. Nitekim maçın kilit anlarında da bizi durdurmayı başardılar. Oyun akıcılığımız düşüktü. Bu konunun sebeplerine detaylı olarak birazdan değineceğim ancak hücumda bu kadar düzensiz olduğumuz bir maçta Buğrahan’ın sadece 4 dakika sahada kalması da bana göre oldukça yanlış bir tercihti. Keza Semih’in aksadığı belliyken Sertaç’ın da sadece 4 dakika olması da benzer derecede bir yanlıştı. Kısacası Çekya maçında rotasyonu da doğru şekilde işletemedik.
Ufuk Sarıca’nın bu maçtaki performansını Beşiktaş‘la geçirdiği ikinci yıla benzettim. O sezon Beşiktaş da birçok maçta çözüm üretmekte çok zorlanan ve tam saha baskılı alan savunması dışında başka bir seçeneğe pek başvurmayan, tahmin edilebilir bir takım hüviyetindeydi. Ufuk Sarıca’nın çok iyi bir başantrenör olduğuna inanıyorum ama gerçek potansiyeline erişebilmesi için kriz anlarındaki karar vericiliğini biraz daha geliştirmesi gerekiyor. Hem bu turnuva hem de son kulüp deneyimi bunu açıkça gösterdi.