By Utkan Şahin / info@eurohoops.net
Dünya tarihi için küçük ama biz yaşayanlar için büyük bir 10 yılı daha geride bırakmamıza artık sadece günler kaldı.
Her zamanki gibi bu 10 yılda da takvim yaprakları birer birer attıkça dünya her anlamda değişmeye devam etti. Teknoloji değişti, hayatımıza sosyal medya diye bir kavram girdi, her şey ama her şey değişti. Basketbol bile 10 yılda çok farklı bir hale geldi
Fakat gelin gözardı edelim şimdilik değişimi…
Koca bir 10 yılı geride bırakıyoruz ve bu koca 10 yıla biraz saygı duruşunda bulunmamız gerekiyor. Bu sebeple de Eurohoops Fırın olarak, geride kalan sayılı günde farklı farklı konularda son 1o yılın unutulmazlarına bakacağız.
Bu yola BSL’nin karma kadrosunu oluşturarak çıkmıştık. Arkasında ise 10 yılda emekli olan 10 büyük EuroLeague efsanesine bakmıştık. Bugün ise konumuz çok daha büyük.
Son 10 yılda Türkiye’de basketbol büyük başarıla şahit oldu. Yaşanmaz denilenler yaşandı, olmaz denilenler ise oldu. Türk takımları, Avrupa’da altın çağını yaşarken 12 Dev Adam ise tarihinin en unutulmaz başarısını bu 10 yıl içerisinde yaşadı. Ülkeye büyük oyuncular ve efsane koçlar gelirken unutulmaz bir peri masalı da bu 10 yılı besledi.
İşte karşınızda 2010-2019 yılları arasında Türkiye erkek basketbolunda yaşanan en önemli 10+1 olay…
2010: 12 Dev Adam Dünya Kupası’nda 2. Oldu!
Eylül ayında Türkiye’de oynanan Dünya Kupası, basketbol tarihimizin en özel günleriydi.
Dünyanın birçok yıldızını ülkenin farklı yerlerinde izleme şansı elde etmemiz bile başına büyük bir olaydı fakat 12 Dev Adam’ın unutulmaz başarısı, bu turnuvayı bambaşka bir hikayeye çevirdi.
1981’de kazanılan Balkan Şampiyonası’ndan beri Türk basketbolu çok değişti. Belki olması gereken seviyelere çıkamadı, elindeki potansiyel daha büyüktü. Yakalanan 1978 ve 1987 jenerasyonuyla en azından EuroBasket’te bir altın madalya kazanılabilirdi ama bütün bunlar geldiğimiz yolu değiştiremez.
1981’de başladığı yolda giderek yükseldi Türkiye. NBA’e yıldızlar gönderdi, Avrupa basketbolunda söz sahibi olan ülkelerden biri olmayı başardı. 2010’daki büyük başarı ise o yolun tacı oldu.
Aslında alışık olduğumuz gibi o turnuvaya da büyük bir kaosla gitti 12 Dev Adam!
EuroBasket 2005 sonrasında başlayan süreçte Bogdan Tanjevic’in kadro seçimleri hep olay oldu. Bu bazen NBA yıldızları üzerinden bazen de genç – yaşlı jenerasyon üzerinden tartışıldı. Üstüne üstlük hazırlık dönemindeki sonuçlar da hiç parlak değildi. Sanki 12 Dev Adam, bir hayal kırıklığı olacak turnuvaya daha gidiyor gibiydi.
Yolculuğa Ankara’da başlayan Türkiye kısa süre içerisinde bu düşünceleri sildi.
Fildişi ve Rusya karşısında alınan galibiyetler sonrasında kritik Yunanistan maçını Ersan İlyasova’nın mükemmel performansıyla kazanan 12 Dev Adam, grup liderliği yolunu açtı ve turnuva içerisinde finale kadar Amerika’yla karşılaşmama şansını kaptı.
Gruptaki son 2 maçını kazanarak “harika” Ankara seyircisine veda eden Türkiye, artık yoluna Sinan Erdem’de devam edecekti. Üstelik bu yol bir anlamda intikam yolu olacaktı.
İlk olarak karşımızda Tony Parker’sız Fransa vardı. 2006’da Türkiye’yi 6.’lık maçında deviren Fransa karşısında mükemmel bir basketbol oynayan Türkiye, çok fazla zorlanmadan çeyrek finale kaldı.
Çeyrek finalde ise rakip Slovenya’ydı. Bir Luka Doncic’leri olmasa da Slovenlerin o takımı, Udrih-Dragic-Nachbar üçlüsüyle korkutucuydu. Üstelik formdaydı da. 2. turda Avustralya karşısında şov yaparak kazandılar. 2009 EuroBasket’te de grup liderliği maçında bizi mağlup ederek muhtemel bir madalyanın önüne geçmişlerdi.
Fakat Türkiye havasını bulmuştu ve sahada büyük bir coşkuyla hareket ediyordu. Ömer ve Sinan ile Slovenya kısalarını raydan çıkartan 12 Dev Adam, üç sayı çizgisinin arkasından şov yaptı ve soyunma odasına 20 sayı önde gitti. İkinci yarıda da durmayan milliler, farkı açmaya devam etti ve etkileyici bir galibiyetle tarihinde ilk kez Dünya Kupası’nda yarı finale kaldı.
Yarı final ise belki de milli takımın tarihinin en büyük maçıydı. Karşımızda EuroBasket 2001’de finalde 12 Dev Adam’ı mağlup eden Sırbistan vardı.Yeni jenerasyonuyla gümbür gümbür gelen Sırbistan, çeyrekte turnuvanın favorilerinden İspanya’yı son saniyede yıkmıştı.
Açık konuşalım, yarı finalin genelinde de daha iyi oynayan taraf onlardı. Bizim bütün hamlelerimize karşı hazırlardı. 1-3-1 alan savunmasına döndüğümüz anda Savanovic ile, adam adama savunmasında ise Teodosic-Krstic ikili oyunlarıyla bizi hep cezalandırdılar. Maçı da hep önde götürdüler. Fakat 12 Dev Adam, milli takımın tarihinin aksine özel bir şey yaptı. Kontrolü kaybetmesine rağmen maçın içerisinde kalmayı hep başardı. O direnç bizim maçı değiştirmemizi sağladı. 3. çeyrekte gelen üçlüklerle de havayı bulan 12 Dev Adam, son çeyrek öncesi maçı ortaya getirdi.
Son çeyrek ise başlı başına başka bir film.
Çıkan düdükler, Sırpların hala konuştuğu Ömer’in faul kullanmamak için çıkması, önce Semih’in basket faulüyle yaşadığımız sevinç, sonrasında ise bitime kısa bir süre kala Velickovic’in basketiyle Sırpların tekrar öne geçmesi…
4.3 saniye kala gelen molayı hiç unutamıyorum çünkü o mola basit bir mola değildi. Sanki zaman durdu ve biz o anın içine sıkıştık. Bizi oradan çekip kurtaran ise Kerem Tunçeri oldu. Moladan sonra Hidayet muhtemelen 3 kişinin üstünden zorlama bir şuta kalkacakken Kerem ondan topu aldı ve bomboş bir turnikeyle bizi öne geçirdi.
O an bir çılgınlıktı. Gerçek bir çılgınlık. Herhalde 80 milyon sevinçten zıplayarak Anadolu kara parçasının yerini değiştirmiş olabiliriz. Fakat maç bitmedi. Bize biraz daha korku gerekiyordu. Sırbistan topu kenardan çıkartırken Semih’in bloğu bizleri ikinci kez havalara uçurdu.
Ayrıca yıllarca hiç bitmeyecek, “Semih bloklamasa kaybediyorduk” geyiğini başlattı.
“Kevin Durant’i kim tutacak?” ya da “O uzun boylu çocuğu kim tutacak?”
Yarı final sonrası en çok duyduğumuz soru bu olabilirdi. İsmini bilenler Durant diyordu, o kadar takip etmeyenler ise o uzun boylu çocuk… Önemli bir soruydu çünkü bu Dünya Kupası olsa da Durant, o turnuvada bir Dünyalı gibi oynamadı.
İsmail Şenol’un şu meşhur tweetini hatırlarsınız…
Kevin Durant Umraniye’de kaybolmus. Allah rizasi icin goren yolu tarif etsin. Meydan’da Nike magazasindayiz.
— İsmail Şenol (@ismailsenol) September 3, 2010
Ümraniye, Dünya’da kaybolunacak en garip yer olabilir. Keşke Durant bir 10 gün daha kaybolsaydı.. Fakat olmadı ve bir uzaylı olarak maçı domine etti. Hidayet maçın başında biraz karşılık vermeye çalışsa da olmadı ve finali kaybettik.
Fakat bence o sonuca üzülmemiz gereksiz olurdu. Sonuçta Amerika dünyadaki her takıma karşı favoridir ve çok büyük bir sürpriz olmazsa kaybetmez. Ülkenin o güne dair üzülmesi gereken başka sonuçlar vardı.
Türkiye bizlere büyük bir gurur yaşatarak Dünya 2.’si oldu. Her zaman güzel anılar kazanarak gelmez. O maçın sonunda Türkiye Milli Takımı’nın büyük bir mutlulukla o platforma çıkması bence en az maçlar kadar güzel bir anıydı.
2010: Allen Iverson Beşiktaş’ta!
2010’lu yıllarda hayatımızda birçok olmaz denilen şey oldu. Ne gibi mi? Allen Iverson’ın Türkiye’de oynaması gibi!
Allen Iverson gibi bir ismi bir daha bu topraklarda görebileceğimizi düşünmüyorum.
Hayatın ne getireceği tabii ki hiç belli olmaz. Belki bir gün kader bize bir kez daha böyle bir hikaye sunar ama Iverson sadece buraya gelen büyük bir yıldız değildi.
O, daha ülkeye gelmeden önce bile topraklarımızda bir ikondu.
Eğer benim gibi 2000’lerin başında ilkokulu okuduysanız, sınıflarınızı hatırlamanızı isteyeceğim. Herhalde Iverson baskılı defter ya da Iverson kaplı bir resim çantası olmayan bir sınıf bile yoktu. Sınıflar yeterli gelmedi mi?
O zamanın basketbol sahalarını hatırlayın. Hiç Iverson’dan özenip ‘sleeve’ takmayan birisinin olmadığı basketbol sahası gördünüz mü? Ben hatırlamıyorum. Üstelik tüm bunların hepsi sosyal medyanın olmadığı bir dönemde yaşandı.
Allen Iverson bir dönemin çocukları için süper kahraman gibiydi ve hangi şartlar altında gelirse gelsin onun burada oynaması “süper kahramanların” gerçek olması gibiydi. Beşiktaş, onu 2 yıllık sözleşme imzalatarak Türkiye’ye getirdi. Karşılama töreni ise tek kelimeyle çılgıncaydı.
Buradaki kariyeri öyle çok şaşalı değildi. Iverson basketbolu bırakamasa da vücudu basketbolu bırakmıştı. Zaten çok da kalmadı ama bunların hiçbiri önemli değil. Onun bu ülkeye gelmesi birçok insan için taraflı tarafsız çok önemliydi.
Sonuçta NBA tarihin en iyi draft sınıflarından biri olan 1996 yılının 1. sıra seçimi, 2001 normal sezonunun MVP’si, NBA’de 4 sayı krallığı olan bir Hall of Fame’den bahsediyoruz!
2012: Beşiktaş’ın 3 Kupalı Sezonu
“Sex, sex, sex on the beach”
Allen Iverson belki Beşiktaş taraftarına beklediği mutlulukları veremedi ama 2012 sezonunda Ergin Ataman ve kadrosu kesinlikle verdi.
2011-2012 sezonun başlangıcı ilginç günlerdi. NBA’de lokavt olduğu için bazı NBA süper yıldızları, kariyerlerine geçici olarak Avrupa’da devam etme kararı aldı. O süper yıldızlardan biri olan Deron Williams ise Beşiktaş ile anlaştı.
Deron Williams gibi bir süper yıldızı, ülkede izlemek bile büyük bir olaydı ama asıl özel olan sonrasında Beşiktaş’ın yaptıkları oldu. Lokavt bitince Amerikalı süper yıldızını formasını emekli ederek gönderen siyah-beyazlılar, çok geç kalmadan asıl liderini buldu: Carlos Arroyo!
Porto Rikolu liderinin yanına Zoran Erceg, Pops Mensah Bonsu, David Hawkins gibi çekirdek kuran Ergin Ataman, daha sonraları başka bir büyük takımımızda da kuracağı çekirdeğin aslında ilk adımlarını atmış oldu.
Bu çekirdeğin başarılı olacağı ise ilk olarak Türkiye Kupası’nda ortaya çıktı. Aliağa Petkim ve Galatasaray‘ı başa baş geçen maçlardan sonra mağlup eden Beşiktaş, finalde ise Banvit’i 78-74 ile mağlup ederek kulüp tarihinde ilk kez Türkiye Kupası’nı kazandı.
Dahası bu, siyah-beyazlıların 37 yıl sonra kazandığı ilk kupaydı fakat son da olmayacaktı.
Avrupa’nın 3. kupası olan EuroChallenge’da Fuenlabrada maçları dışında çok fazla zorlanmadan Final Four’a kadar geldi Beşiktaş! Macaristan’daki Final Four’da ise ilk rakip ev sahibi Olaj’dı.
Ev sahibi ekibini Erceg ve Bonsu’yla deviren Beşiktaş, finalde ise unutulma bir son çeyrek sonunda Elan Chalon’u devirdi ve EuroChallenge’ı kazandı. O sezon ilklere doymayan Beşiktaş, kulüp tarihindeki ilk Avrupa kupasını kazanırken Türk basketbolu da aslında yakında başlayacak olan fırtınanın ilk rüzgarını estirdi.
Kazanılan iki kupa sonrasında gözler artık lige çevrilmişti.
Normal sezonu 4. sırada tamamlayan siyah-beyazlılar, çeyrek finalde karşısında son şampiyon Fenerbahçe‘yi buldu. 2 büyük takım, iki unutulmaz maç oynadı ve kazanan Carlos Arroyo’nun unutulmaz son çeyrek performanslarıyla siyah-beyazlılar oldu.
Yarı finalde Beşiktaş bu sefer karşısında diğer ezeli rakibi Galatasaray‘ı buldu. Normal sezonu lider bitiren sarı-kırmızılılar karşısında Ergin Ataman ve öğrencilerin, hem saha avantajı yoktu hem de ilk maçı kaybetmişti.
Fakat siyah-beyazlılar oradan ayağa kalktı. 2. maçta Zoran Erceg ile rakibini yıkan Beşiktaş, saha avantajını kaptı ve sonrasında evindeki iki maçı da kazanarak finale çıktı.
Finalde Anadolu Efes ile karşı karşıya gelen siyah-beyazlılar, harika bir seri sonrasında rakibini 4-2’yle geçti ve şampiyonluk kupasını kaldırdı.
İlk ve daha önceki tek şampiyonluğunu 1975’te yaşayan Beşiktaş, bu şampiyonlukla hem büyük bir özlemini bitirdi hem de bir sezonda 3 kupa kaldırdı. O sezona oyuncular damga vururken de Beşiktaş taraftarının ağzında tek bir şarkı vardı: “Sex, sex, sex on the beach”
2014: Altın Jenerasyon ve Altyapıda Kazanılan 14 Madalya!
Türk basketbolu olarak kullanmayı en sevdiğimiz kelimelerden biri: altın jenerasyon!
Altyapı şampiyonalarında başarı yakalayan her jenerasyonumuz için bu lafı hemen yapıştırıyoruz. Hoş, şöyle bir geçmişe bakarsak 1994 jenerasyonuna kadar bunu çok da fazla kullanamadık. Evet, bu jenarasyonlardan çıkan oyuncuların bazıları ülke tarihine damga vurdu ama genel toplamda beklediğimizi ne kadar alabildiğimiz tartışmalı!
Üstelik gözüken o ki 1994 jenerasyonunu da muhtemelen mükemmel bir şekilde kullanamayacağız ama jenerasyonun etkisi bana göre biraz daha farklı olacak.
Altyapılarda kazanılan madalyalar bana sorarsanız çok önemli değil. Hele bizim gibi salt kazanma amacıyla oynayan ve yaş küçültmenin yaygın olduğu bir ülke için. Fakat Türk basketbol altyapısını çok açık bir şekilde 2010 öncesi ve sonrası diye ayırabiliriz.
2010 öncesi Türk basketbolu milli takımlar düzeyinde 4 farklı jenerasyon kupasında tarihi boyunca 9 madalya kazanmıştı. Üstelik bunun 6’sı da U-16 seviyesinde gelmişti.
2010’lu yıllarda ise Türk basketbolu 4 farklı jenerasyonun kupasında toplamda 14 madalya kazandı. Üstelik daha önce hiç altın madalya görmediği U-20 seviyesinde 2014’te Yunanistan’da altın madalya kazandı. Keza U-19 Dünya Şampiyonası’nda tarihinde ilk kez madalya almayı başardı.
2010’lu yıllarda Türk basketbolunun altyapıda kazandığı madalyalar:
U20 EuroBasket (3 tane): 2014’te altın, 2015 ve 2016’da bronz madalya
U19 Dünya Şampiyonası (1 tane): 2015’te bronz madalya
U18 EuroBasket (5 tane): 2013 ve 2014’te altın madalya, 2015 ve 2019’da gümüş madalya, 2011’de bronz madalya
U16 EuroBasket (5 tane): 2012’de altın madalya, 2010, 2015, 2016, 2018’te bronz madalya
Bütün bunlar ne kadar önemli?
Bir açıdan bakarsanız çok önemli değil. Ben 1994 ve sonrası jenerasyonlarını da 1978 ve 1987 jenerasyonlarından daha farklı bir şekilde üst seviyeye hazırladığımızı düşünmüyorum. Muhtemelen onların hikayesi de aynı olacak. Üstelik ülkenin altyapısındaki problemler de çok değişmedi. Altyapılarla daha fazla ilgilenen kişiler daha doğru problemleri teşhis edecektir ama bir ülkenin son dönemde guardlarının hepsinin şut problemi olması çok normal değil.
Fakat bunun bir de başka bir penceresi var. Evet, bu ülkede spor denilince akla sadece futbol geliyor gibi davranabiliriz ama basketbola olan ilgi her geçen gün artıyor. Eskiye göre daha fazla çocuk profesyonel basketbolcu olmak istiyor. Eskisi gibi bir sonraki altın jenerasyon için 9 yıl beklemek zorunda değiliz. Alttan dalga dalga yeni yetenekler geliyor. Ve 2014’te başlayan bu dalga hız kesmeden devam ediyor.
Bu 10 yılda en azından bu dalgayı yaratmayı başardık, umarım gelecek 10 yılda da bunu nasıl eğitebileceğimizi öğreniriz.
2015: Pınar Karşıyaka’nın Peri Masalı
“Benim bir hayalim var”
Bütün hikayeler güzeldir ama peri masalları en güzelidir!
Çünkü peri masalı, bize imkansız gözükeni verir, umudu taşır. Sıkıcı hayatlarımızda bu hayaller bize renk verir. Pınar Karşıyaka ise 2012-2015 yılları arasında bize tam olarak bunu sundu. Peri masalıyla sıkıcı hayatlarımıza, renk verdi!
Üstelik bunu spor geleneğimizin aksine anlık bir başarıyla vermedi, adım adım yükselerek sundu.
Her şey 2012’de Ufuk Sarıca‘nın bu güzide Karşıyaka ekibinin başına geçmesiyle başladı.
Türk basketbolunda bir gelenek vardır. Eğer bütçesi en tepede yer alan takımlardan biri değilseniz, genellikle sürekli her yıl kadronuz değişir. Karşıyaka ise bu konuda yıllarca bu geleneğinin en büyük liderlerinden biriydi.
Sarıca ise 2012’de geldiğinde ise bu geleneği yavaş yavaş yıktı. Bobby Dixon, Jon Diebler ve dominant 5 numaralar üzerine bir çekirdek kuran başarılı koç, zaman içerisinde çekirdeği hem büyüttü hem de genişletti.
Başarının ilk adımı ise aslında bir hayal kırıklığıyla geldi. 2012-13 sezonunda EuroChallenge’da Final Four’a kalan Karşıyaka, ev sahipliğini de üstlendi. Yarı finalde EWE Basket’i geçen Karşıyaka, finalde ise en güçlü olduğu yerden vuruldu: Taraftarından!
Krasnye karşısında Sarıca ve öğrencileri, devreyi 12 sayı farkla önde kapatsa da Karşıyaka taraftarının sebep olduğu olay, 3. çeyrekte rüzgarı değiştirdi ve Karşıyaka ekibi, elindeki kupayı kaptırdı. Ligde ise Karşıyaka, Fenerbahçe‘yi sürpriz bir şekilde ilk turda eleyerek ilk sürprizini yaptı.
Sarıca’nın 2. yılında ise ilk zafer geldi!
Ankara’daki Türkiye Kupası’nda çeyrek finalde zor da olsa Telekom’u geçen Karşıyaka, yarı finalde ise Fenerbahçe‘yi müthiş bir performansla turnuva dışına itti.
Finalde karşılarında bu kupayı tarihte en çok kazanan takım olan Anadolu Efes vardı.
Çekişmeli geçen maçta Efes sürekli öne geçse de Karşıyaka hiç geri adım atmadı. Ya Dixon ya da Efes‘ten kiralık olarak gelen Batista ile karşılık veren İzmir ekibi, son bölümde ise eline gelen fırsatı çok iyi kullandı. Dixon ile bitime 1 saniye kala faul çizgisine gelen Karşıyaka, başarılı oyuncusu faulleri sokunca Türkiye Kupası kazanan taraf oldu.
Karşıyaka’yı tarihinde ilk kez Türkiye Kupası’nı kazandıran Ufuk Sarıca, kendi kariyerinde de ilk kupayı burada kazandı. Daha da önemlisi bir sene sonra gelecek olan şampiyonluğun ruhu, bu turnuvada atılmış oldu.
2014-2015 sezonunda ise Karşıyaka artık hazırdı!
Artık kazanmayı, büyük takımlarla nasıl baş edeceklerini öğrenmişlerdi. Üstelik başta yerli rotasyonu olmak üzere de çekirdek daha büyümüş ve roller daha da oturmuştu.
Sezona Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda zaferle giren Karşıyaka, normal sezonu ise yıllar sonra ilk 4’te tamamladı. Bunun avantajıyla ilk turda Bandırma’yı safdışı bırakan Sarıca ve öğrencileri, yarı finalde ise o sezon tarihinde ilk kez Final Four’a kalan Fenerbahçe’yi buldu.
İlk maçı çalarak saha avantajını kapan Karşıyaka, evindeki iki maçı da kazanarak bir anda kendini yıllar sonra ilk kez finalde buldu. Finalde rakipleri yine Efes‘ti. Öyle ya da böyle herkes onların şampiyon olacağını seri başlamadan önce hissediyordu çünkü peri masallarının sonu her zaman güzel biter.
Öyle de oldu. İstanbul’daki 2. maçı kazanan Karşıyaka, sonrasında arkasına hiç bakmadı ve üst üste 3 maç daha kazanarak 28 yıl sonra şampiyon oldu. Daha da önemlisi TOFAŞ’tan beri süregelen İstanbul ekiplerinin hegemonyasını kırdı. Hem de Türk basketbolunun en güçlü olduğu bir dönemde!
Sürekli benim bir hayalim var diyen Sarıca da imkansız gözükeni yaparak Karşıyaka’yı tarihe sundu.
2016: Galatasaray, 7DAYS EuroCup’ı Kazandı!
Zaman, sürekli iyiye gitmez. Bazen bizlerden bir şeyleri de alır. 2010’lu yılların sonunda ise zaman basketbolseverlerden Abdi İpekçi’yi aldı.
Abdi İpekçi birçok takımın taraftarı için unutulmaz bir salondu ama muhtemelen Galatasaray için bunda da büyük bir anlam taşıyordu. Çünkü o salon ve içindeki taraftar, Galatasaray‘a bir Avrupa kupası verdi…
2013’te Ergin Ataman – Carlos Arroyo’yla yıllar sonra lig şampiyonluğunu kazanan Galatasaray, 2015’e geldiğimizde ise iki beyninden birini kaybetmişti. Ekonomik problemler yıllardır süregelen çekirdeği dağıtırken sarı-kırmızılıların 2015’te artık yenilenmeye ihtiyacı vardı.
Normalde dominant bir oyun kurucu etrafına takım kurgusunu farklı şekilde kurdu. Evet, takımın bir numaralı sayı gücü Errick McCollum‘du ama takımın yaratıcıları Blake Schilb, Vladimir Micov ve Sinan Güler kanatlarıydı. Takımın savunma yükünü ise arkada bir kale gibi duran Stephane Lasme çekiyordu.
Bu yeni yapılanmanın tek bir düşüncesi vardı: EuroLeague tarafından hak ettiği iade-i itibarı kendi bileğinin hakkıyla kazanmak!
Bu amaç için sarı-kırmızılıların en güçlü tarafı iç sahadaydı. Kötü bir deplasman takımı olsa da Galatasaray, o sezon turnuvanın açık ara en iyi iç saha takımıydı. Grupların son maçı olan Dinamo Sassari maçıyla birlikte taraftarını tribüne çeken Galatasaray’ı daha sonra tutabilen olmadı.
Şöyle söyleyeyim; Abdi İpekçi, Galatasaray adına öyle bir avantajdı ki; EuroCup yönetimi Galatasaray’ın şampiyonluğunun ardından eleme sistemini değiştirmek zorunda kaldı.
Normal sezon ve Top-32 gruplarını deplasmanda kaybederek evinde ise kazanarak geçen Ergin Ataman ve öğrencileri, eleme turunda ise karşısında ilk olarak Pınar Karşıyaka’yı buldu. Sarı-kırmızılılar, İzmir’deki maçı 3 sayı farkla kaybetse de Abdi İpekçi’de farklı kazanarak çeyrek finale kaldı.
Çeyrek finaldeki ilk maç ise daha korkunçtu. Galatasaray, felaket bir maç çıkarttı ve turnuvanın favorilerinden Bayern Münih’e deplasmanda 10 sayı farkla kaybetti. Galatasaray’ın yola devam etmek için tek şansı evinde 11 sayı farkla kazanmaktı.
Sarı-kırmızılılar harika bir devre oynasa da 3. çeyrekte durunca son çeyreğe 9 sayılık bir avantajla girebildi. Bitime 48 saniye kala da hala bu fark vardı. Fakat takıma sonradan katılan Chuck Davis’in sayıları, arkasından Errick McCollum‘un bloğuyla Galatasaray, görevini başardı ve 13 sayıyla kazanarak yarı finale kaldı.
Yarı finalde ise Ataman ve öğrencilerinin işleri bu sefer daha zordu. Karşılarında aynı onlar gibi çok iyi bir ev sahibi takımı Gran Canaria vardı ve format gereği ikinci maç Kanarya adalarında oynanacaktı. Dolayısıyla Galatasaray, ayakta kalmak istiyorsa ilk maçı farklı kazanmak zorundaydı.
Sarı-kırmızılılar, Albert Oliver’in kötü oyunu sayesinde bunu başardı ve 3. çeyrekte balyozu vurarak ilk maçı 14 sayı farkla kazandı. Şimdi final için gerekli olan bu avantajı korumaktı.
Fakat bu hiç kolay değildi. Aynı Galatasaray gibi evinde 3. çeyrekte balyozu vuran İspanyol ekibi, bitime 7 saniye kala 16 sayı farkla öndeydi. Hikaye orada bitebilirdi ama Micov buna izin vermedi. Maça damga vuran Sırp forvet, son topta da sayıyı buldu ve maçı uzattı.
Gerilim dolu son 5 dakikada ise Galatasaray yine aynısını yaşadı. Bitime 47 saniye kala yine 16 sayı farkla gerideydi ama bu sefer de Errick McCollum sahne aldı. Amerikalı yıldızının faul çizgisinden bulduğu sayılarla Galatasaray, finale kaldı.
Finalde ise beklenmedik bir rakip vardı. Kimse Strasbourg’un oraya kadar gelmesini beklemiyordu ama Fransız ekibi, sürpriz bir hikayeyle finalde Galatasaray’ın karşısına çıktı. Bayern ve Gran Canaria eşleşmelerinden sonra Galatasaray için çok daha kolay bir seri gibi gözüküyordu ama deplasman fobisi yine sahne aldı.
Sarı-kırmızılılar son çeyreğe önde girse de elindeki avantajı kaybetti ve Fransa’da maçı 4 sayı farkla kaybetti.
11 bin taraftarının desteğiyle finale çıkan Galatasaray, son 1 dakikaya kadar maçı koparamadı. Ancak o zamanlar Galatasaray’ın kaptanı olan Sinan Güler’in bulduğu turnike bir zaferin habercisi oldu ve sarı-kırmızılılar maçı kazanarak Türk basketbol tarihinde EuroCup’ı kazanan ilk takım oldu.
Galatasaray taraftarı muhtemelen hayatının sonuna kadar o salonu ve o günü asla unutamayacak. Şu an Zeytinburnu’nda enkaz halinde bulunan Abdi İpekçi’nin içindeki o atmosfer ise o gün orada olanların içinde yaşamaya devam edecek.
2017: Fenerbahçe Beko, Üst Üste 5 Yıl Final Four’da ve EuroLeague Şampiyonu!
3 Temmuz 2013 tarihi birçok açıdan Türk basketbolu ve Fenerbahçe tarihi için kırılma noktalarından biri!
O gün, fotoğrafta gördüğünüz bu adam, Fenerbahçe Beko’nun başına geçti ve Türk basketbolunda daha önce çok fazla görmediğimiz bir hikaye gördük.
Buradaki hikayede birçok şey vardı: efsane bir koç, Avrupa basketbolu tarihine geçecek büyük oyuncular ve daha önce Türkiye’de hiçbir takımın kazanamadığı EuroLeague kupasını kazanma!
Fakat bütün bunlar o kadar göz alıcı ki bazen asıl hikayeyi kaçırıyoruz. Asıl hikaye, bu adamın asıl değiştirdiği şey, kurmayı başardığı istikrarlı, sistemli ve başarılı düzen oldu.
Bugünlerde bütçe çok tartışılsa da Fenerbahçe, Obradovic ile birlikte bu bütçeleri harcamaya başlamadı. Bu bir yanılgı. Fakat Fenerbahçe, Obradovic‘ten önce bu bütçeyi nasıl kullanacağını bilmeyen, Avrupa basketbolunda kısıtlı bir yeri olan, EuroLeague’de vasatlığa alışmış bir basketbol takımıydı.
2006’dan beri kulübün yerel ligde birçok şampiyonluğu olsa da EuroLeague’de sadece ve sadece bir playoff’u vardı, o kadar! 2013’ten sonra ise yavaş yavaş zirvenin o büyük takımların arasına girdi.
Bunu düşünüldüğü gibi salt büyük paralar yahut büyük oyuncularla yapamazsınız. Öğrene öğrene, planlı bir şekilde devam ederek gerçekleştirebilirsiniz.
Hatırlayın ilk sezonu…
Normal sezonda her şey yolunda giderken Fenerbahçe bir anda Top-16’da yere çakıldı çünkü ne kadrosu yeterliydi ne de yapılan transferler! Arkasından ne oldu? Fenerbahçe eskisi gibi Avrupa transfer piyasasının üçüncü basamak oyuncularıyla ilerlemedi. Parasını daha doğru oyunculara yatırdı.
2014-2015 sezonunda sarı-lacivertliler, Top-16 grubunda Olympiakos’u geride bıraktı ve modern EuroLeague tarihinde ilk kez bir Türk takımı ev sahibi avantajıyla playoff’a kaldı. Playoffta karşısında Maccabi vardı ve Fenerbahçe’nin kulüp ve kadrosundaki oyuncularının toplam playoff tecrübesi bile Zeljko Obradovic’in tecrübesi kadar etmiyordu.
Buna rağmen son şampiyonu süpürerek tarihinde ilk kez Final Four’a kaldı sarı-lacivertliler. Büyük bir heyecandı. Ülke tarihinde 2000’den bu yana ilk kez yaşadığımız bir durumdu. Fakat Madrid’deki Final Four iyi geçmedi.
Çünkü başarı için biraz dayak yemeniz, acı çekmeniz ve hata yapmanız gerekir. İnsanlar o gün hakemlerden çok şikayet etse de Obradovic, maç sonrasında “Real Madrid‘in şampiyon olmasını diliyorum” dedi. Çünkü Fenerbahçe’nin taraftarından oyuncusuna kadar bu sertliği öğrenmesi gerekiyordu. Bu ülkede başarı hemen gelebilir zannediyoruz ama değil. Öğrenmeniz lazım.
2015-2016 sezonunda Fenerbahçe, bu yolculuğun peşinden gitti. Yepyeni bir kadro kuruldu ve bana sorarsanız tarihinin en iyi basketbolunu oynayarak playoff’a kadar geldi. Bu sefer karşıda önceki sezon sarı-lacivertlileri, Avrupa basketbolunun sertliğiyle saf dışı etmiş Real Madrid vardı ve talih Fenerbahçe’nin yanında değildi. Jan Vesely‘nin sakatlığı sebebiyle sarı-lacivertliler, o seriye tek uzunla çıktı.
Fakat Obradovic ve takımı, yaşanılan talihsizliğe rağmen daha sert olmanın, keskin olmanın ne demek olduğunu biliyordu ve bunun karşılığını aldı. Son şampiyonu tek uzunla 3-0 ile süpürdü.
Berlin’deki Final Four’da ise iki unutulmaz maç oynadı. Birinde o sertliğe tutunarak geriden geldi ve Baskonia‘yı uzatmada devirerek finale çıktı. Ülke tarihinde o güne kadar final oynayan hiç takımımız yoktu. Diğerinde ise unutulmaz bir hikayenin eşiğinden döndü. Son çeyrekte 17 sayı farktan geri geldi ve öne geçti ama “o” ribaund sarı-lacivertlileri şampiyonluktan etti.
Evet, acımasız bir andı. Evet, o an muhtemelen 1000 kere oynansa sadece bir kere olabilecek bir andı ama oldu çünkü Fenerbahçe’nin öğrenmesi gerekiyordu. Çünkü bir ribaund yüzünden şampiyonluğu kaybetmedi Fenerbahçe…
2. çeyrekte yaşadığı o mental düşüş yüzünden kaybetti. Datome‘nin en kritik anda savunmada adamını gözden kaçırması, Vesely‘in mental olarak maçtan kopması ve Bogdanovic’in kendisinden beklenen o liderliği ortaya koyamaması yüzünden kaybetti ve Fenerbahçe’nin bir takım olarak bunları öğrenip ilerlemesi gerekiyordu.
2016-2017 sezonu böyle bir gerçekle başladı. Fakat sakatlık belası bu sefer playoff’ta değil, normal sezonda başladı. Bogdan Bogdanovic sayısız maç kaçırdı, başka sakatlıklar oldu ve normal sezonda sarı-lacivertliler sadece 6 maça tam kadro çıkabildi. Sonuç olarak ise kendini ev sahibi avantajına sahip olmadığı bir seride buldu. Üstelik rakip, Fenerbahçe için olabilecek belki de en kötü rakipti. Zeljko Obradovic ve öğrencilerinin karşısında daha önce kulüp tarihinde OAKA’da hiç yenemedikleri Panathinaikos vardı.
Bana sorarsanız, OAKA’da kulüp tarihinin en gösterişli iki maçını oynadı. Daha önce hiç kazanamadığı o salonda, Bogdan Bogdanovic ve Ekpe Udoh’un büyük liderliğinde Fenerbahçe, Panathinaikos‘u 2 kere mağlup etti. Sadece Türkiye tarihinde değil, EuroLeague tarihinde bile olmayan bir şeydi bu.
Fenerbahçe bunu başardı çünkü OAKA’da takıma liderlik eden Bogdanovic, bir sezon önce Berlin’de yapamadığı şeylerin ne olduğunu öğrenmişti. O sayede Fenerbahçe süpürmeyi başardı.
Sonrasını ise zaten biliyorsunuz. İstanbul’da modern EuroLeague döneminin en dominant Final Four performanslarından birini sergiledi sarı-lacivertliler. İki maçta toplamda sadece 2 dakika 7 saniye önde değildiler ve öğrendikleri bütün her şeyi sahaya koyarak ülke tarihinin en büyük kupasını kazandılar.
Hikaye burada da bitmedi. Fenerbahçe, şampiyon olan kadrosunun en büyük 2 yıldızını kaybetmesine rağmen 2018 ve 2019’da da Final Four’a kaldı. Üstelik bir tanesinde EuroLeague’in mevcut sistemin normal sezon galibiyet rekorunu kırarak bunu başardı.
Hem Belgrad hem de Vitoria’daki Final Four’dan beklediği sonuçları alamadı Fenerbahçe ve bence bunların sebeplerini tam olarak bulamadığı için bu sezon böyle geçiyor.
Fakat biz hikayemize geri dönersek; Fenerbahçe, EuroLeague tarihinde CSKA Moskova’dan sonra üst üste 5 yıl Final Four’a kalmayı başaran 2. takım oldu ve bunların arasından birinde de şampiyon oldu.
Bugün bazı insanların Fenerbahçe’nin sadece 1 kere şampiyon olmasını başarısızlık olarak adlandırdığını görüyorum. Bu bana komik geliyor çünkü çok değil 2010’lu yıllarda bir gün Türk takımı, 5 kere üst üste Final Four oynayacak desek insanlar şampiyonluk sayısına bakmadan bunu kabul ederdi.
Yine de bir açıdan insanların neden böyle düşündüğünü anlayabiliyorum çünkü 2013 öncesi sadece bir tane playoff’u olan Fenerbahçe, üst üste 5 yıl Final Four’a kalarak kendisini bu seviyeye çıkarttı. Sarı-lacivertliler, Avrupa’nın dev, ikon takımlarından biri olmayı başardı ve bu daha önce ülke basketbolunda görmediğimiz bir şeydi.
Bu sebepten dolayı da bana sorarsanız, Fenerbahçe’nin başarısızlığı olarak görülen 5 Final Four’da 1 şampiyonluk aslında büyük bir başarıdır. Hatta 5 Final Four, 2017’deki EuroLeague şampiyonluğundan daha büyük bir başarıdır.
Belki bu sene Fenerbahçe bu serisini devam ettiremeyecek, belki bir gün kulübü bu seviyeye çıkartan Zeljko Obradovic ayrılacak ve yine belki bir gün şubenin ekonomik bütçesi düşecek. Fakat bütün bunların hiçbiri Fenerbahçe’nin elde ettiği konumu değiştiremeyecek.
Çünkü gelecek nasıl olursa olsun Fenerbahçe ve diğer Türk takımları için çıta hep burası olacak ve hep bu beklenecek.
2017: Cedi Osman ve Furkan Korkmaz NBA’de!
NBA’de Türk basketbolu için açılan yeni bir pencere!
Milenyum çağının ilk 10 yılında Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur’un dünyanın en iyi liginde yaptıkları tek kelimeyle büyüleyiciydi. Avrupa’nın yıldızları, NBA’de söz sahibi olurken Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur da bu yolda bizleri temsil ettiler.
Mehmet Okur, NBA şampiyonluğu ve All-Star maçıyla, Hidayet Türkoğlu ise kazandığı ödül ile bizi gururlandırdı. Bugün hala All-Star denilince Türkiye’de akıllara gelen ilk anın Shaq ve Mehmet’in karşı karşıya geldiği o anın olması bile bunun bir göstergesi…
Fakat 2010’lu yıllarda bu iki efsane basketbolu bırakınca Türk basketbolunun NBA’deki temsili biraz tehlikeye girdi. Aslında bir Avrupa ülkesine göre önemli sayıda oyuncumuz draft edildi fakat bazıları hiç gidemedi, bazıları gitse de kalıcı olamadı ve Ersan İlyasova biraz yalnız kaldı.
2017’de Türk basketbolunun çıkardığı iki yeni genç yeteneğin NBA’e gitmesi ve kalıcı olmayı başarması ise bu yalnızlığa son verdi.
Cedi Osman Cleveland’da, Furkan Korkmaz ise Philadelphia’da NBA’in bir parçası olması başardı. Açık konuşalım, kariyerlerinin bu aşamasına kadar gösterdiklerine bakarsak ikisi de Mehmet Okur ile Hidayet Türkoğlu’nun çıktığı seviyelere çıkabilecek gibi gözükmüyor.
Fakat buna gerek yok. Herkes çıtayı daha yukarı çekmek zorunda değil, bazen sadece yolun açık kalması yeterlidir. Mehmet Okur ile Hidayet Türkoğlu, zamanında dünyanın en iyi liginde yaptıklarıyla birçok çocuğa ilham oldu. Onlara bir yol gösterdi.
Cedi ve Furkan ise Ersan ile birlikte bu yolu açık tutuyor ve aslında yine bir şekilde orada kalıcı olarak çocuklara ilham veriyor. Bundan daha değerlisi de yok.