by Andreas Pistiolis – Çeviri: Toprak Kağnıcı / info@eurohoops.net
Eurohoops Türkiye’nin Instagram hesabını takip etmek için tıklayın!
Bu çevirinin tüm hakları Eurohoops Ltd. Şti.’ye aittir ve tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması kesinlikle yasaktır.
Bu yazı 30 Kasım 2023 tarihinde Athletestories.gr’de yayınlanmış ve uyarlanarak çevrilmiştir.
Mart 2022. Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş bir kaç hafta önce başlamıştı. Moskova’daki durum garipti. Tüm dünyada bir kargaşa vardı. Bu kargaşanın aynısı CSKA‘da da vardı. Birçok yabancı oyuncumuz korku içinde takımdan ayrıldı. Hiçbirimiz takımın geleceğine ve lige ne olacağını bilmiyorduk.
Havaalanları kapatılyor, uçuşlar iptal ediliyordu. Seyahat etmek çok zordu, ne kadar tehlikeli olduğundan bahsetmeme gerek bile olduğunu sanmıyorum.
Ancak CSKA teknik kadrosu olarak sözleşmemize sadık kalmaya ve önümüzdeki sezon için seçeneklerimizi gözden geçirmeye karar verdik. Bu döneme başantrenör olarak şansımı deneme fikrinin zihnimde olgunlaşmaya başladığı dönem diyebilirim. Bir ay önce Dimitris Itoudis hastalanmıştı ve yaklaşık 10 gün boyunca CSKA’nın başantrenörü ben olmuştum. Elbette kısa süreliğine başantrenör olmakla tam zamanla başantrenör olmak bir değil ancak o zamanlar bu işi yapabileceğimi düşündüm.
1. Gün: Reddedemeyeceğiniz bi teklif
Galatasaray‘ın genel menajeri Turgay Zeytingöz ile 2013-2014 sezonunda Banvit’te beraber çalışmıştık. Yıllar boyunca temasımız kesilmedi ve aramızda karşılıklı bir saygı vardı. Benimle iletişime geçti ve takımın orta sıralarda olduğunu, bazen daha da geride olduklarını belki de sezonu ilk sekizde bitiremeyeceklerini bu yüzden de koçlarını değiştirmeye karar verdiklerini söyledi.
İtiraf etmeliyim ki ilk başta gelecek sezon için bir koç aradıklarını ve planlamalarını erkenden yaptıklarını düşünmüştüm, daha sonrasında beni hemen istediklerini anladım. Görüşmeyi perşembe günü yapmıştık ve pazar günü olan maçta beni parkede istiyorlardı.
Bu durumu ilk konuştuğum kişi eşim oldu. Moskova bizim ikinci evimizdi, çocuğumuz ve köpeğimizle Moskova’da harika bir sekiz yıl geçirmiştik. Savaş nedeniyle yazın ayrılma ihtimalimizin olduğunu konuşmuştuk ama olayların böyle gelişmesini beklemiyorduk.
İkinci konuştuğum kişi Dimitris Itoudis oldu. Yıllar boyunca bana güvenerek yanımda durmuştu. Kendisi de bu teklifin kolay kolay reddedilemeyeceğini biliyordu zira kariyerimdeki bir sonraki adımın başantrenörlük olması gerektiğini onunla konuşmuştuk. O da bu teklifin iyi bir teklif olduğunu kabul etti, tecrübesini kullanarak sezon sonuna kadar olan 2-3 aylık süreyi nasıl geçirmem gerektiği konusunda beni bilgilendirdi.
Daha sonrasında CSKA yönetimine durumu bildirdim, onlar da kararımı destekledi çünkü onlara bu durumun ülkedeki savaşla alakalı olmadığını açıkladım. Dürüst olmak gerekirse savaşın olmadığı bir denklemde bile bu teklifi kabul etmek isterdim. Tüm bu olaylar sadece iki gün içinde gerçekleşti.
CSKA başkanı Andrey Vautin ve yıllarca birlikte çalıştığım Kyle Hines ve Mike James gibi oyuncuların benden övgüyle bahsetmesi benim için gurur verici bir şey.
Yardımcı koçluk zamanlarımda çalıştığım oyuncular ve başantrenörlerin çoğunluğunun beni hem kişisel hem de profesyonel olarak takdir ettiğini düşünüyorum. Sizin de bildiğiniz gibi yardımcı koç her zaman ön planda yer almaz, spot ışıkları onun üzerinde değildir ama çoğu zaman önemli işler yapar.
2. Gün: İlk Temas
O dönemde Moskova’dan uçakla yola çıkmak pek de kolay değildi. İstanbul’a olan uçuşlar çok azdı. Sonunda bir bilet bulduk ve tüm gece boyunca seyahat ettim. Seyahati tek başıma yaptım çünkü okula giden kızımı yalnız bırakamazdım.
İstanbul’da kar yağıyordu ve soğuktu. Boğaz’dan gelen melteme rağmen Moskova’yı anımsatıyordu. Cuma sabahı İstanbul’a geldiğimde Galatasaray çalışanları çantamı bırakmam için beni bir otele götürdüler, oradan da doğrudan takım antrenmanına gittim. Antrenmanda Turgay dışında takımın geri kalanıyla ilk kez tanıştım.
Ertesi gün Basketbol Süper Ligi’nde bir iç saha maçımız vardı ancak lisansım henüz çıkmadığından takımın koçu olmayacaktım. Antrenmanları dikkatle izledim, hemen ardından oyuncularla ve yardımcılarımla ilk toplantılarımı yaptım.
Turgay ile ilk telefon görüşmemizden bu yana takımın önceki maçlarını izlemeye başlamıştım. Uçakta ve ilk günün sonunda otelde takımın eski maçlarını biraz daha izledikten sonra takım hakkında genel bir fikrim oluşmuştu.
Pazar günü Galatasaray sahasında alt sıralarda yer alan bir takıma yenildi, bu mağlubiyet benim için sorunun nerede olduğunu ve neyi düzeltmemiz gerektiğini görmek için iyi bir fırsat oldu. Maçtan sonra oyuncularla ve yönetimle konuşmaya devam ettim. Teknik ekibime nasıl çalışmak istediğimi, neyi nasıl değiştirmek istediğimi de anlattım.
Bu günlerde adrenalin tavan yapmıştı. Günler bitmek bilmeyen bir çalışma temposuyla geçiyordu. Kariyerimin en önemli zamanlarından biriydi. Yüzde yüz odaklanmış durumdaydım.
7. Gün: İlk Maç
Galatasaray’ın başında ilk maçıma Almanya’da Ludwigsburg takıma karşı bir Basketbol Şampiyonlar Ligi maçında çıktım. Bu maçta bir şeyleri deneyebilir ve oyuncularıma onlardan ne istediğimi anlatabilirdim çünkü kulüp ve benim için önemli olan şey Türkiye Ligi’ndeki performansımızdı. Bu maçta en önemli oyuncularımızdan birisi olan DeVaughn Akoon-Purcell’i ciddi bir sakatlık dolayısıyla kaybettik. Purcell aynı zamanda Galatasaray’ın en skorer ikinci oyuncusuydu. Ana pivotumuz Maurice Ndour mevcut olan bir sakatlığı nedeniyle zaten forma giyemiyordu.
27 Mart’ta ligdeki ilk maçıma Beşiktaş deplasmanında çıktım. İç sahada ve deplasmanda üst üste dört mağlubiyet almıştık, önümüzde çok zorlu bir deplasman maçı vardı. Değiştirmemiz gereken ilk şey mantalitemiz ve psikolojimizdi. Oyuncularımı maça hazırlarken sistemimizden çok buna odaklandım. Takımımıza Purcell’in sakatlığından sonra daha çok mücadele etmemizin momentumu tersine çevirmek için en kilit nokta olduğunu anlattım.
Üzerimdeki baskıyı atmak için bahanelere sığınan birisi değilim. Tüm kariyerim Panathinaikos ve CSKA gibi sürekli kazanmanızın gerektiği iki takımda geçti. Banvit’teki tek sezonumuzda bile ligin normal sezonunu 1. sırada bitirdik. Felsefem her zaman şuydu, her maçı yasal ve sportif çerçevede kazanmak için elinizden gelen her şeyi yaparak oynarsınız. Kazanmak için bir yol bulmak zorundasınız, hiçbir zaman “başka bir şey yapamam” dememelisiniz.
Galatasaray taraftarları ve yönetimi o dönemde çok stresliydi. Bir çoğu sezonu kafalarında bitirmişti, play-off yapmanın bir başarı olacağını düşünüyorlardı. Bu durumu kabullenemiyordum, onlara her zaman daha fazlasını yapmamız gerektiğini söyledim. Buraya kaybetmek için değil kazanmak için gelmiştim.
11. Gün: 10 Maçlık Muhteşem Galibiyet Serisinin Başlangıcı
Küçük ama dolu bir salonda Beşiktaş‘a karşı oynadığımız maç iyi başlamadı. Oldukça gergindik, ilk yarıyı 38-28 geride kapattık. İkinci yarıda kendimize geldik, oyuna güçlü bir şekilde girdik. O zamana kadar rolü büyük olmayan oyunculardan katkı aldık ve maçı 74-62 kazandık.
Takımın ruh hali hemen değişti. Bu galibiyet herkese pozitif bir enerji verdi, çünkü Beşiktaş’ı normal sezonda ikinci kez yenmiştik. Aynı zamanda dört maçlık mağlubiyet serimize de son vermiştik.
İstanbul’a geldiğimde herkese söylediğim ilk şey takımın görüntüsüyle oyuncularının yeteneğinin uyuşmadığıydı. Daha iyi oynayabileceğimizi ve oynamamız gerektiğini söyledim.
Bu galibiyete rağmen önümüzde hala zor bir fikstür vardı. Türkiye basketbolunun yıllardır bir gücü olan Karşıyaka ile daha sonrasında da deplasmanda Fenerbahçe ile oynayacaktık. Fenerbahçe‘ye karşı ligin ilk yarısında mağlup olmuştuk, bu yüzden onları kesinlikle yenmeliydik.
Basketbol Süper Ligi büyük bir rekabet içinde geçiyordu. Play-off potasıyla küme düşme potası arasında iki galibiyet fark vardı. İki mağlubiyet almanız sizi kötü bir durumun içinde bırakabilirdi. Efes ve Fenerbahçe’yi dahil etmezsek ligdeki 11 takım aşağı yukarı aynı konumdaydı ve play-off’a katılabilmek için mücadele ediyordu.
Sırasıyla Beşiktaş’ı deplasmanda, Karşıyaka’yı içerde, Yalova’yı deplasmanda mağlup ettik. Yavaş yavaş ivme kazanmaya başlamıştık, işleri benim istediğim gibi yapıyorduk. Rollerimiz belliydi, hedefimize de sıkı sıkıya bağlıydık. Takıma şunu söylediğimi hatırlıyorum:
“Sonuncu takıma saygı duyarız, birinci takımdan korkmayız.”
Takımda herkes ilk geldiğimde söylediğim şeyi anlamaya başladı. Herkes daha fazlasını istemeye başlamıştı. Dördüncü maçım Fenerbahçe’ye karşı deplasmandaydı. En önemli maçımız buydu. İyi oynuyorduk, Djordjevic’in takımının karşısında çok cesurduk. Salon tamamen doluydu, Fenerbahçe ligde 1. sıradaydı ve ne olursa olsun Fenerbahçe-Galatasaray derbisiydi. Her zaman özel bir atmosfer oluyordu. Maçı 76-70 kazandık.
Taraftarlarımız bu galibiyetle birlikte bizim yanımıza geri döndü. Salonumuzda oynadığımız maçlar artık gerçekten bir iç saha maçı olmuştu, önceki aylarda olduğu gibi boş koltuklar görmüyorduk. İçeride ve dışarda kazanmaya devam ettik, puan tablosunda da yavaş yavaş üst sıralara çıkmaya başladık. Normal sezon bittiğinde Fenerbahçe ve Efes‘in arkasında üçüncü sırada yer aldık. 40 gün önce bu durum imkansız gözüküyordu. Şimdi asıl sorun şuydu, çok çabuk bir şekilde ters tepebilecek bu coşkuyu nasıl yönetecektik?
26. Gün: Galatasaray Camiasının Ne Anlama Geldiğini Anladığınız An
Kulüpteki ilk günlerimde bir gazeteci bana 33 yıl ve 17 Türk başantrenörden sonra Galatasaray’ın ilk yabancı ve Yunan başantrenörü olduğumu söylemişti. Bunu ilk kez duymuştum, anlamı üzerine çok fazla düşünebileceğim günlerden de geçmiyordum.
Ama nereye geldiğimi taraftarların ilk tepkilerinden anlamaya başladım. İlk günden itibaren taraftarlarımız bana çok sıcak davrandılar ve Yunan olduğum için bana daha da çok sevgi gösterdiler. Otelde kalıyordum, bir gün otelden markete gitmek için çıktığımda dışarda beni tanıyıp durduran bir grupla tanıştım.
Banvit döneminde Türkiye’de yaşadığım ve çalıştığım için bu ilk kez yaşadığım bir deneyim değildi. Ancak iki durum kesinlikle aynı değil ve karşılaştırılabilir durumlar değildi. Çünkü Galatasaray ve Fenerbahçe futbol takımları da olduğu için hayal edilemeyecek kadar büyük kulüpler. Aynı zamanda Efes de futbol takımı olmamasına rağmen böyle.
Galatasaray ise çok özel. Tüm bunlar zaman geçtikçe daha da yoğunlaştı. Ludwigsburg’a karşı ilk maçında salonda 500 kişi vardı, galibiyetlerle birlikte taraftarlarımız da salona geri döndü.
Türk taraftarlar Yunan taraftarlara çok benziyordu, kolayca hayal kırıklığına uğrayıp kolayca heyecanlanıyorlardı. Taraftarların salona geri dönmesindeki etkenlerden birisi de o sezon futbol takımının hedefsiz olmasıydı. Yani tüm kulübün gözü bizim üzerimizdeydi, Galatasaray dünyasının merkezi haline gelmiştik.
Sosyal medya hesabımın ilk geldiğimde 1.000 takipçisi vardı, bir aydan kısa bir sürede 22.000 takipçim oldu. Özellikle de Fenerbahçe galibiyetinden sonra takipçi sayım çok arttı. Artık salonda, maçlarda ve molalarda Yunanca şarkılar çalıyordu.
Takım iyi giderken sık sık VIP bileti olan taraftarlarımızla bir araya geliyorduk. Herkes benimle konuşurken Yunanistan ile olan bir bağlantısını, Yunanlıları neden sevdiklerini anlatıyordu. Birisi tatil için gelmişti, bir diğerinin Yunan bir arkadaşı vardı, bir başkası Patrikhane’de bakım projelerinde çalışmıştı ve bunu gururla anlatıyordu. Bu konuşmaları yapraken siyaset ile iki ülkenin sıradan insanlarının birbirleriyle olan ilişkilerinin ne kadar farklı olduğunu anladım.
Galatasaray 30 milyon taraftarı olan, çok kompleks bir organizasyon. Yunanistan’da alıştığımız sistemden çok farklı işliyor. Aslında seçilmiş bir ‘hükümeti’ olan bir ‘camia’. Tüm spor dalları için tek bir başkan ve yönetim var. İşler yolunda gitmediğinde ise üyelerin kulübü seçime götürme hakkı var. Panathinaikos ve CSKA gibi iki eşit derece büyük kulüpten geldiğim için bunu anlayacak bir temele sahibim. Ancak yine de Galatasaray’ın ne kadar büyük olduğunu kavramak kolay değil. Her şey daha yoğun yaşanıyor. Sevinç, üzüntü, baskı; her şey maksimumda.
Ama salona girdiğinde seslerin yükselmesi, ismimin tezahüratlarda geçmesi ve yüzümün olduğu pankartları görmek de çılgınca ve beklemediğim şeyler.
72. Gün: Mucizeye Dokunmak
10 galibiyetlik bir seri yakaladık, son iki galibiyetimizi ligin çeyrek finalinde Bahçeşehir karşısında aldık. Bahçeşehir normal sezonda bizi iki kez yenmişti. Bu durum ilerleyişimizin en somut kanıtı oldu.
Önümüzde büyük bir maç vardı. Playoff yarı finallerinde Anadolu Efes ile karşılaşacaktık. Anadolu Efes bir kaç gün önce üst üste ikinci kez EuroLeague şampiyonu olmuştu. 21 Mayıs’ta Real Madrid‘i yenerek EuroLeague şampiyonu oldular, 27 Mayıs’ta kendi sahalarında ilk maçlarına bizim karşımızda çıkacaklardı.
Takımımın psikolojisine odaklanmaya çalıştım. Oyuncularımıza kimseden korkmadığımızı hatırlattım. Hem Panathinaikos’taki hem de CSKA’daki tecrübelerimden çok iyi biliyorum ki Avrupa şampiyonu olmuş bir takımla oynamanın en iyi zamanı bu zamandır. Eğer Efes şampiyon olmamış olsa bir şeyleri kanıtlamak için bu maça çıkacaktı, şimdi ise kupa sarhoşluğu içindelerdi. Bu söylediklerimin hepsi tabii ki teoride geçerli, pratikte kendilerini kanıtlayabilecekler mi?
Kesin olan şu ki son bir ayda biz de çok iyi iş yapmıştık.
Maçın ilk yarısı oldukça denk geçti. İkinci yarı ise inanılmazdı. Her şey lehimizde ilerledi. Maçı deplasmanda 105-70 kazanmıştık. Takımdaki, yönetimdeki ve taraftarlarımızdaki heyecanı tarif edemem. Deplasmanda olmamıza rağmen salona gelenler maç oynanırken ayağa kalktılar ve bize olan desteklerini açıkça gösterdiler.
İkinci yarı final maçından önce Efes tarafı bir “psikolojik savaş” başlattı. Örneğin; Sinan Erdem’de misafir takım için ayrılan, ilk maçta da yönetimimizin oturduğu koltuklara ikinci maçta yönetimimizin oturmasına izin verilmedi.
Efes’in Avrupa şampiyonu bir takım olduğunu, takımı sırtlayabilecek kişiliğe sahip oyunculara da sahip olduklarını biliyordum. Bu yüzden oluşan coşkuyu yönetmek zorundaydım, herkese ikinci maçın tamamen farklı olacağını söyledim. Bir galibiyet almıştık ama turu üç galibiyet alan takım geçecekti. Biz bir ateş yakmıştık, eğer o ateşe doğru gidersek bizi ısıtacaktı. Ancak eğer ateşe yönelmezsek ateş bizi yakacaktı. İki maçın arasında sadece iki gün vardı. Efes’in bizden çok daha derin bir kadrosu vardı, bu derinlik de bu tarz maçlarda çok önemli oluyor. Bu kadro derinliğinin avantajını kullanarak maçı kazandılar ve seride durum 1-1’e geldi. Yavaş yavaş baskıyı hissetmeye başladık. Salonun ortak olması da bir iç saha maçının bize vereceği avantajı sınırlıyordu.
Üçüncü maçı detaylarda kaybettik. Micic kritik noktada bir üçlük isabeti buldu. Bu basketin neredeyse aynısını, bir kaç gün önce Final-Four yarı finalinde Vezenkov’un üstünden atmıştı.
Antrenmanda tüm olası senaryolar hakkında konuşmuştuk: Eğer 2 farkla geriye düşersek, 3 farklı geriye düşersek, 1 sayıyla öne geçersek, top bizde olursa, eğer Micic topu alırsa vs.
Ama ne yazık ki işler planladığımız gibi gitmedi. Benim dönemimde ilk defa üst üste iki mağlubiyet almıştık. Planımızın dışına çıkmamıştık ancak Efes seviyesindeki takımlarla oynarken kontrol edemediğiniz şeyler oluyor.
Yeniden ‘underdog’ konumundaydık. Devreye girme sırası tekrardan bendeydi. Çok fazla hayal kırıklığının olduğu bir dönemde takıma şunları söylemiştim:
“Yenilmekte utanılacak bir şey yok ancak eğer çabalamadan, motive olmadan ya da umursamadan yenilirseniz işte o zaman utanılacak bir şey var. Eğer %100’ünüzü verir ve savaşırsanız, her şey tamamdır. Kimsenin kazanmak üzerine bir taahhütnamesi yok.”
Aldığımız iki mağlubiyete rağmen yapmamız gereken her şeyi yapmıştık. Taraftarlar bu yüzden yanımızda duruyor ve çabamızı destekliyordu. Sonuç ne olursa olsun bizle gurur duyuyorlardı.
Dördüncü maçın biletleri tükendi, salon dünya üzerindeki bir cehenneme döndü. Galibiyet her şeyden daha önemliydi.
Sezonun en iyi performansı her şeyin eşit şartlarda olduğu bir maçta geldi. Kimse bu maçta Efes’in yorgun olduğunu, Final-Four’dan çıktığını ya da başka bir şeyi olduğunu söyleyemez. Rakibimizin bu tarz durumlar için tecrübe avantajı olsa da bizim oyuncularımızın hiç yaşamadığı bir durumdu.
80. Gün: Hesaplaşma
Bir yenilgi her zaman acıyı beraberinde getirir. Sınırlarımızı zorladığımızı biliyorduk, hiçbir şeyden korkmuyorduk. Başka bir anlamda seriyi beşinci maça taşımak için tavanımızı deldik. Eğer birisi iki ay önce şu an olanları söyleseydi, deli olduğu düşünülürdü.
Biraz şansa ihtiyacımız vardı, eğer stressiz bir şekilde finale çıkabilseydik şampiyonluk için şansımız vardı. Ama artık ‘eğer’ diye bir şey yoktu. O noktaya kadar başardıklarımızdan dolayı kendimizi kesinlikle iyi hissediyorduk.
Elendiğimiz anda gerçekten üzülmüştüm, belki de takım içinde en başından beri inancı olan tek kişi bendin. Ancak bu elenme takımın başarısını aşağıya çekmez.
Bir yenilgi veya elenmeden sonra mutlu olamazsınız ama zaman geçtikçe kalbimde söz verdiğim şeyi başardığımı biliyordum. İlk zamanlarda insanlara söylediğim gibi beklentileri ve sınırları aşmıştık.
Kariyerim boyunca muhteşem anlar yaşadım, Avrupa basketbolu için tarihi anlar yaşadım. Panathinaikos’un Barcelona’yı çeyrek finalde eleyerek Barcelona’da kazandığı kupaya tanık oldum. CSKA’nın Vitoira’daki şampiyonluğuna tanık oldum. Burada kariyerimde daha önce hiç yaşamadığım şeyleri yaşadım. Bunun nedeni de Panathinaikos ve CSKA için başarı ya da Final-Four’a kalmanın hep ön koşul olması oldu.
Galatasaray’da geçirdiğim zamanı özel kılan iki şey vardı. Birincisi kariyerimde ilk kez başantrenör olmamdı. İkincisi ise Galatasaray her ne kadar ‘underdog’ olsa da kısa bir sürede favorilerle rekabet eden bir takım haline gelmesi oldu.
Bu dönem, takım organizasyonu içindeki herkes için unutulmaz bir dönem oldu.
Basketbol gündemindeki en son gelişmeleri kaçırmamak için tıklayın!
EuroLeague gündemindeki son gelişmeleri kaçırmamak için tıklayın!